14 Ağustos 2015 Cuma

Her Gün İki Kelime

Gelelim şu kelime oyununun ikinci ayağına. Ne yalan söyleyeyim işin başında çok daha uzun sürüp çok daha fazla ilgi toplayacağını düşünmüştüm. Gel gör ki uzun yazıların okunmadığı gibi, uzun videoların izlenmediği gibi, insanların her şeyi daha hızlı yapabilme kölesi olduğu gibi biraz fazla düşünme gerektiren arkadaşlarımın iki kelimeyi birbiriyle bağdaştırmasını istediğim bu oyun yeterince ilgi görmedi. İşin başında en hevesli olanlar şikayetlerini dile getirmeye başlayınca daha fazla uzatamadan sonuna geldik. Açıkça söyleyebilirim ki performansı ile beni en çok şaşırtan Ceyda oldu ve on kişilik arkadaş grubumda bu işe en uzak olacağını düşündüğüm kişiydi. En başında çok hevesli olan Duygu ve Serkan sıkıntılarını dile getirmekte çekinmezken olayın ilk ayağında beni üzmeyen Burak ve Gözde D. uzak kalarak durumdan çok da hoşnut olmadıkları mesajını verdiler. Bir sonraki adım için planlarım var ama bunu arkadaşlarımın zorlanmayacağı şekilde değil benimle devam etmek istemeyenleri eleme şeklinde ilerlemek şu anki planım. 

Beklediğim sonucu alamadım, bence arkadaşlarım yeteri kadar düşünmediler bilemiyorum. Buna rağmen beni çok şaşırtan sonuçlar da var. Mesela yemek yemenin ne kadar mutluluk verici bir şey olduğu konusunda çok fazla insanla hemfikir olduğumu sanırdım. Anlaşılan yemek yemekten mutlu olan insanlar olarak azınlıktayız.

Yine kişilerin altında kelimeleri toparlayarak sonuçları açıklıyorum. Fakat bu sefer ilkinde olduğu kadar mutlu ve heyecanlı değilim. Buyrun bakalım;

Ali;
İlişki-Denge: İlişkideki denge iki tarafın birbirine olan saygısıyla doğru orantılı bir durumdur. İki taraf birbirine ne kadar saygılıysa her şey o kadar yolunda gider.
Yemek-Mutluluk: Aslında herkesin dediği gibi yemek yemekle mutluluk arasında kesin bir ilişki var dedikleri şey tam anlamıylayalan bence insan mutsuz olduğunda da yemek yiyor mutlu olduğunda da. Ben daha şimdiye kadar kimseyi yemek yediği için mutlu olduğunu görmedim. Günümüzde mutlu olmak değil bohem takılmak daha popüler bir durum.
Günah-Hata: Bakıldığı zaman ikisi birbirini tamamlayan kelimeler gibi dursa da aslında ikisi de biribirinden bağımsız kelimeler. İnsan yaptığı hatalar sonucu günaha girdim gibi düşünse de durum bunun tam tersidir. Herkes hatalarından ders alarak günah çıkarır.

Ceyda;
İlişki-Denge: Her ilişki türünde sevgililik, aile vs. kurulacak denge mutluluğun anahtarıdır.
Yemek-Mutluluk: Çok yemek yiyip kilo almamak mutluluktur :) zaten yemek mutluluktur :)
Günah-Hata: Taner 'in Affetmedim Kendimi şarkısı :) Bir günah işledim kaybettim seni... Ben hatalarım için sana yaptıklarım için hiç affetmedim kendimi :))

Çağatay;
İlişki-Denge: İlişki bir dengesizlik dengesi yakalayabilme yetisinde oluşabilir ancak.
Yemek-Mutluluk: Karnı aç insan mutlu olmaya zaman ayıramaz. Mutluluk gelecekse varsın yemekten gelsin.
Günah-Hata: Topluma abes gelen her şeyin adına verilen isim hata. Bunların zincirlemesine de dini perspektiften baktığında elde kalanlar al sana günah.

Duygu;
İlişki-Denge: Denge ilişkinin olmayan parçasıdır.
Yemek-Mutluluk: Tek başına kahvaltı ya da akşam yemeği yediğinde etkisini yitiren sözdür bu mutluluk işi. Günaydın bu arada
Günah-Hata: Neşet Ertaş - Hata Benim Günah Benim Suç Benim

Gizem;
İlişki-Denge: Bilge Karasu 'nun bir öyküsü vardı ya "usta beni öldürsene" diye. Usta-çırak iki cambazın hikâyesi, usta çırağı ne zaman sendelese aklın başka şeylerle meşgul olduğunu yahut hedefinden başka yöne baktığını anlar kızardı ona. İlişki ve denge bana o öyküyü hatırlattı.
Yemek-Mutluluk: Tüm aileyle oturulan kalabalık yemek masaları; kahkahalar, kızgınlıklar, giderilen özlemler hepsi mutluluka ilgili.
Günah-Hata: Günah deyince aklıma se7en dolayısıyla Brad Pitt dolayısıyla Snatch geliyor (tam buraya gözlerinde kalp olan gülücüklü emoji koymuş nasıl yapılıyor burada bilmiyorum) Hata kişinin en çok da kendine yaptığı kötülükler.

Gözde D;
İlişki-Denge: İlişkide denge birbirine yetebilmek bence. İki tarafın da aynı anda mutluluğu veya mutsuzluğu yaşaması. Mutsuz da olunabilir karşılıklı bu dengesizlik değil.

Gözde G;
İlişki-Denge: Birine aşık olduğunda ve bu kişiyle bir şeyler yaşamaya başladığında hayatın alt üst olur, aşk bu ya tüm rutinin bozulur, şuurunu kaybedecek kadar mutlu olursun. Eğer hisler karşılıklı ise zamanla aşkın yanına sevgi de gelir, aklın yeniden çalışmaya başlar, tüm dengeler yerini bulur, hayatına iki kişi devam edersin, işte bunun adı ilişki olur.
Yemek-Mutluluk: Yemek için yaşamak bir insanın kendine yapabileceği en büyük kötülüktür. Damak tadının getirdiği anlık mutlulukla yarın öbür gün göt göbek başını alıp gittiği zaman ağlayınca çok komik oluyor. Ya Orhun bana yemek falan demişsin bu nedir abi koyamadım yemekle mutluluğu bir araya.
Günah-Hata: Hatasız kul olmayacaksa günahsız kul da olmasın.

Seray;
İlişki-Denge: Biriyle yaşamak istersin ve yaşarsın. İlişki çok da komplike bir olay değil aslında. Sadece dengede tutulması gereken şeyler var. Özel alana saygı, bir olmak değil de birlikte olup özel zevklerinizi ve anlarınızın sadece size ait olduğu zamanları yaşamak gibi durumlar benim için ilişkiyi dengeleyen yegane konular. Siz de yapın güzel oluyor! 
Yemek-Mutluluk: Yemek yemeyi sadece gereklilik olarak yaptığım için bana hiçbir zaman herkese hissettirdiği o hazzı vermedi. Çikolata yedim, mutlu oldum, bilmem bir şey yedim mutlu oldum falan bana göre söylemler değil. Ha şairin dediği gibi " yemek yemek üstüne ne düşünürsünüz bilmem ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı" bu tam da benim işte... Kahvaltıya gidelim sevgilim, gel :)
Günah-Hata: Benim hatam, günahım ne sözü geldi aklıma.. Sonrasında tıkandım vallahi boşluk.. Ama tekrar düşünebilirim bu durumu..

Serkan;
İlişki-Denge: Bak bu ikisi tam birbiriyle alakalı kelimeler. İlişkin dengeliyse senin de dengeli bir hayatın oluyor. İlişki dengesizse sıçtın abi inişler çıkışlar kavgalar tabi bunda senin kendi içinde dengende önemli. Dengesizsen eğer zaten ilişki dengesiz olur. O yüzden kafana göre bulacaksın ki dengede gitsin.Tutturan dengeli ilişki de çok az var artık. Genelde dengesiz ilişkiler.
Yemek-Mutluluk: Yemek ve mutluluk alakasız şeyler. Yemek sadece yaşamamız için ihtiyacımıza olan gıda. Yemek yiyince hiç mutlu olmadım, olanları gördüm. Bağdaşmıyor bana göre. Yemek yiyince niye mutlu olur ki insan? Yemekle mutluluk ney ya çok mu aradın olm bunu...
Günah-Hata: İkisi de benzer şeyler ikisini de bile bile yaparsın. Hatanı yaptıktan sonra keşke yapmasaydım dersin ve kendine kızarsın. Günahı da bilerek yaparsın, yanlış olduğunu bildiğin hâlde. Sonunda bir bedeli vardır elbet bir şekilde ikisinin de cezasını çekersin. Günahını, onu bilemezsin işte belki bu dünyada belki öteki tarafta. Ne yazdım aq :)

4 Ağustos 2015 Salı

Her Gün Bir Kelime

Geçtiğimiz hafta bir arkadaşımın(o kendini biliyor) gazına gelerekten aklımda bir ampul yandı ve bir şey yapmaya karar verdim. Bir grup arkadaşıma her gün bir kelime vererek bir hafta boyunca verdikleri cevaları toparlayarak burada yayınlıyorum. Aslında yapmak istediğim başka şeylerin başlangıcı olarak sadece basit bir denemeydi bu. Saniyesinde cevap verenler(Ali), günlerce süründürenler(Seray), uyuzlananlar(Burak), cevap vermediğini unutanlar(Ceyda) dahil herkese bu küçük oyuna katkıda bulundukları için teşekkürü borç bilirim. Bir sonraki adım için umarım yine benimle olurlar.

Verilen cevapları aşağıda bulabilirsiniz. Kelimelerin altında kişileri toplamaktansa kişilerin altında kelimeleri toplamayı tercih ettim. Serkan daha karamsar, Seray daha ciddiye alan, Ali daha samimi, Gözde D. daha istekli yanı gibi göründü. Hepsinde güzel cevaplar aldım ama ve umarım bir sonraki adımda yine benimle olurlar.

Ali;
Sadakat: Herkeste olmayan bir şey
Sınav: Hayatın her anında karşımıza çıkar
Başkalaşım: Zamana ayak uydurmak için zorunda kalınan durum
Güç: Paranın kimde olduğunun göstergesi
Şans: Herkesin biraz ihtiyacı vardır
Yaşam: Her anı sürprizlerle dolu zaman dilimi

Burak;
Sadakat: Ben kanka, never forget
Sınav: Hayat kanka ahiret
Başkalaşım: Yapamadım kanka 
Güç: Allah
Şans: Yaşamak kanka
Yaşam: Kısa

Ceyda;
Sadakat: Yaa benim aklıma köpekler gelio
Sınav: Nil 'in 18 yaş şarkısı
Başkalaşım: Mutasyon
Güç: Kimse derdine düşmese kelime bile olarak anlamı kalmayacak şey
Şans: Keşke benim olsa
Yaşam: Pişmanlıklar ve mutluluklar serisi

Çağatay;
Sadakat: Sana olan duygularım bebeğim
Sınav: ,bir şeyleri belirlemek diye bize ezberlettikleri aslında varolmayan, sadece olguda varolabilecek fazla geleceği olmayan bir şey
Başkalaşım: Hayatın yoğurduğu biz insanlarda geçirilen zihinsel değişiklik
Güç: Bütün kavgaların, savaşların en ufak hır gürün bile çıkma sebebi. Kimsenin ömrünü uzattığı da görülmemiş
Şans: İnsanı mutlu veya tatmin eden rastlantı çeşidi. Ne kadar salağız bir de isim koymuşuz şans diye
Yaşam: Başı sonu olan tek şansın olduğu ıskalamalar bütünü

Gözde D.;
Sadakat: İnsanın kendi isteğiyle bağlanmayı kabul etmesi
Sınav: Eğitim hayatında stres kaynağı, insan ilişkilerinde dönüm noktası
Başkalaşım: Gregor Samsa 'nın sabah kendini dev bir böceğe dönüşmüş olarak bulması
Güç: Sahip olanın gerçek kimliğini açığa çıkaran
Şans: Hayatta iyi olmaktan çok şanslı olmayı dilerim
Yaşam: Herkes ölür ama herkes yaşamaz

Gözde G.;
Sadakat: Histerik bağımlılık
Sınav: İnsanları resmi ve onaylı olarak hayattan eleme yöntemi
Başkalaşım: Kılık değiştirme gibi bir şey bence, iyi ya da kötüye doğru metamorfoz
Güç: Otorite
Şans: Farketmeden yakaladığımız fırsatlar, ha farkeder de değerlendirirsen başarı olur, yanında öyle geçip gidersen adın ortamlarda ne ballı adam olur
Yaşam: Huzurun, sağlığın olmadığında, sevdiğin biri yoksa, seni seven yoksai kalbin kırıki aklın gidikse nefes almanın yaktığı işkence. Öteki türlüsü ise çok tatlışşş

Seray;
Sadakat: Nefsine hakim olmak gibi bir şey bir eşe dosta arkadaşa sadık kalmak yalanın riyanın olmadığı bir ilişki kurup ilişkinin bakireliğini bozacak tavırlar sergilemeden temiz duygularla yürümek
Sınav: Hayatın boyunca bitmeyen, sonu gelmeyen tek şey olmalı. Öyle ki her durumun muhakkak bir sınavı oluyor. Yaşadığın her anda mutlaka bir sınavdan geçiyorsun kendi içinde bile olsa. İlginç bir durum.
Başkalaşım: Zamanın getirdiklerine kayıtsız kalamama. İnsanın yerinde sayması imkansız hiçbir şey yapmadan bile başkalaşmaya karşı koyamaz hiç kimse.
Güç: Egoları bir kenara bırakarak hayatın her noktasındaki mevcudiyetinin ispatı
Şans: Evrene verdiğin enerjinin sana geri dönüşü. Olumluya olumlu olumsuza olumsuz. Göğsünde nasıl besleyip nasıl karşılarsan onu yaşarsın.
Yaşam: Canlıya ruh üfledikten sonra son nefesini verene kadar geçirdiği dönem

Serkan:
Sadakat: Yalan
Sınav: Hayatı belirleyen kağıtlar
Başkalaşım: Değişim
Güç: Ömrün boyunca kaybetmemen gereken şey
Şans: Herkesin hayatında en az bir kere karşısına çıkan ve hayatını değiştiren olay durum
Yaşam: Sonu ölüm olan sınav

Not: Barış Bıçakçı 'nın Veciz Sözler kitabından esinlendiğimi belirtmek isterim. Usta 'ya saygı duruşu

8 Şubat 2015 Pazar

Beyaz Yakalı

Sene 1995 idi, aylardan da muhtemelen Eylül. Okula başlıyordum. Anaokulunu pas geçmiş direk ilkokula adım atmıştım. O zamanlar zorunlu eğitim henüz sekiz yıl olup ilköğretim adını almamıştı. Eğer bir devlet okuluna gitmiş olsaydım mavi önlükle başlayacaktım okula. Lakin paralı bir okula başladığımdan mütevellit pantolon, gömlek, hırka veya kazak kombini giymem gerekiyordu. Bu kıyafeti tamamlayan aksesuar ise kravat tadında boynuma taktığım broştu. Adına tam olarak broş mu deniyor onu da tam hatırlamıyorum ama şekilli bir ipe geçirilmiş boyna kadar çekilen bir broşu ve aşağı doğru sallanan ipleri vardı. O yıllar benim takım elbise formatına ayak uydurmaya başladığım ilk yıllardı. Üç sene böyle geçmiş gitmiş ve dördüncü okul senemde bir devlet okuluna geçerek iki sene mola almıştım. Mavi önlük ve beyaz yaka takıp, beslenme çantasıyla okula gitme vaktiydi. Öylece yuvarlanıp gittik işte. 

Ortaokula başladığım zaman artık tam anlamıyla bir takım elbise giyme vakti gelmişti. Gri pantolon, beyaz gömlek, lacivert ceket, lacivert kravat ve kundura. İlk ortaokul günümde annem hastaydı ve artık ömrünün son demleriydi ve hiçbirimizin, en azından bazılarımızın bundan henüz haberi yoktu. Arabadan inip okul binasına doğru yürürken babama "şunun yürüyüşüne bak" deyip güldüğünü hatırlıyorum. Üç sene acısıyla tatlısıyla aynı renk takım elbiseyle geçip gitti. Ne yalan söyleyeyim hayatımın pek güzel geçmemiş en karanlık zamanlarıydı, çok zor günlerdi. 

Lise yılları artık Ankara 'ya merhaba deme zamanıydı. Farklı bir şehir, yeni insanlar... Küçük bir fark vardı artık. Ankara 'da farklı çeşit kravatlar takılabiliyor ve okul yönetimi buna izin veriyordu. Ben pek polemiğe girmemiş lacivert kravatım boynumda hayatıma devam etmiştim. Yıllar içinde ergenliğin verdiği yetkiye dayanarak takım elbiseyi spor ayakkabı, kapşonlu(sanırım böyle yazılıyor) polar gibi eklerle kombin yapmış kravatı gevşetip en üst düğmeyi açmak, gömleğin tek tarafını pantolonun üstüne çıkarmak gibi tarzlar denemiştim. 

Lise bittiğinde sıra mezuniyet balosuna gelmişti ve artık ilk ciddi takım elbise deneyimini yaşama zamanıydı. Kuzenimin hevesle alıp hiç giymediği takım elbisesini kullanmıştım. Farklı renk bir kravat, yeni alınmış rengi beyaza yakın silik pembe bir gömlek ve bir otelde kalabalık bir insan grubunun karşısına çıkma zamanı. Belki biraz heyecanlıydı, biraz aynanın karşısında zaman geçirmiştim, saçlarımı kestirmek için berbere gittiğimde yüzümde üçe üç maç yapan tüylerle birazcık da favori bırakmıştım. 

Üniversite çağı gelmişti artık ve o yıllar gerçekten standart bir hayatın en özgür yıllarıydı. Değil kravat - ceket, spor gömlek bile giymeden, traş olma derdim olmadan yıllar geçirmiştim. Gerçekten çok güzeldi. Arada tek es kuzenimin düğününde giymek için aldığım takım elbiseydi ve ben yirmi yaşına geldiğimde ilk defa takım elbiseye ciddi para vermiştim. Açık konuşmak gerekirse çok hoşuma gitmişti. Giydiğim zaman dedemin bu durumdan çok keyif almış, "oğlum şu kılıkla bir gün okula gitsen ne olur be" demişti düğünden sonra. Dedemi kırmamış ve gitmiştim. Kimileri o şeklimi çok beğenmiş, kimileri kahkaha atmıştı. İşin aslı Beytepe 'ye takım elbise ile gitmek iyi bir fikir değildi. 

Üçüncü sınıfa geldiğim zaman ise günlük traş olmayı ve siyah takım elbise ile beyaz gömlek giymeyi gerektiren bir işe başlamıştım. O zamana kadar takım elbiseyi üstüme geçirdiğim her an aynanın karşısında dakikalar geçirmiş, insanların güzel tepkileriyle gençlik egomu şişirmiştim. Ama artık takım elbiseyi neredeyse eşofman niyetine kullanma zamanıydı. Nasıl desem, yani bir anlamı kalmamıştı. Yakın zamanda vedalaşmıştım onunla, askere giderken. Ah o kamuflaj var ya hayatımda pek çok açıdan ve pek çok anlamıyla giydiğim en güzel kıyafetti. Aradan zaman geçti, vakit doldu ve "silahlara" veda zamanı geldi. Vatan borcu bitmişti. Artık gerçek hayatla tanışma vaktiydi. İnsanların beklentileri ve hayatın sosyal ihtiyaçları doğrultusunda iş bulma, evlenme, çocuk yapma ve ölmeye yaklaşma süreci başlamıştı. 

Ben bir süre önce hiç tahmin etmediğim, içinde olmayı düşünmediğim, kurallarını içime çok kolay sindiremeyeceğim bir sektörde işe başladım. Sürpriz oldu bana kısacası. Gerçekçi hayallerimde birkaç kişinin çalıştığı bir proje ofisinde maden ve tünel tasarımı yapan, işe tshirt ve kotla giden bir mühendis olacaktım ben. Gerçekçi olmayan hayallerimde ise bir sahaf dükkanım olacaktı ve yıllar geçtikçe çay, sigara ve kahveden sararmış dişlerim hatta bıyıklarım olacaktı benim. Takım elbise giymeyi, yani beyaz yakalı olmayı hatta Tyler 'ın Fight Club üyelerine attığı nutukta bahsettiği "slaves with white-collars"gillerden olmayı, olacağımı, olabileceğimi istememiştim. 

Hayatın bana sunduğu gerçekler bana ne kadar mutluluk getirecek bilmiyorum, hayallerinin peşinden bu kadar imkansızlık içinde koşabilen insanlardan bu dünyada kaç tane var bilmiyorum. Bazen hakikaten hiçbir şey bilmediğimi, bilemediğimi ve bilmeye çalışmadığımı hissediyorum. Çok özel bir filmde bahsettiği gibi yaptığımız tek şey dünyanın bize sunduğu gerçeği kabullenmek.

7 Şubat 2015 Cumartesi

411 Numaralı Oda - 5

"...Kitapçı anlamıştı karın ağrımı. Kitabı masaya bıraktı ve yanıma geldi. "Gel bakalım" dedi. Beni karşısına oturttu ve anlatmaya başladı. "Bak genç adam: İnsanların, diğer insanlara verebileceği sevginin bir sınırı yoktur. Sevmeyi istedikten sonra herkese yetecek kadar yer vardır orada. Yeni birinin olması demek senin sevginden bir şeyler alıp ona vereceği anlamına gelmez. O yüzden merak etme. Eylül 'ün hem sana hem oğluna hem de bütün herkese yetecek kadar sevgisi var ..."

25 Ocak 2015 Pazar

411 Numaralı Oda - 4

"...Çok uzun zamandır, istisnasız her sabah, aynı saatte evimden çıkarak işyerime giden bu yolu yürümüştüm. Hayatımın en önemli ezberlerinden birisi de buydu. Aynı saatte uyan, aynı saatte evden çık, aynı yolu yürü... Bütün hayatım, evim ve işyerim arasındaki bu yoldaydı neredeyse. Bu yolda bulunan her evi, her sokağı, kısacası var olan her şeyi bilirdim. En ufak bir değişikliği gözden kaçırmam mümkün değildi. Bir şeyleri düşündüğüm, hayal ettiğim, hatırladığım tek zaman dilimi burada yürürken geçirdiğim süreçti ve ben bunları yaparken meydana gelen bütün dalgınlığıma rağmen, ayaklarım kendi kendine o yolu yürürdü. Hayata dair bu kadar keskin alışkanlıklar... Bazen kendimi anlamakta güçlük çekerdim. Yani bir alttaki sokaktan yürümek ne kadar kötü olabilirdi ki? Yapamadım. O güne kadar o yoldan farklı bir yolu hiç yürüyemedim. Senelerdir aynı semtte yaşıyordum ama yürüdüğüm bu yol dışında etrafta ne olup bittiğine dair en ufak bir fikrim yoktu. Birileri benle ilgili bir şeyler merak edip soracak olsa vereceğim cevap "şu sokakların dili olsa da konuşsa" olurdu. Zaten çok küçük olan yaşamım, bu alışkanlıklarla daha da küçülmüştü. Mutsuz değildim, alışmıştım. Belki de korkuyordum. Adını koymakta zorlanıyordum ama bu böyleydi. Bu durumun değişmemesi için de çok fazla şeyden fedakârlık yapabilirdim..."

21 Ocak 2015 Çarşamba

411 Numaralı Oda - 3

"...Eylül, bir şeyleri anlatmak konusunda annem ve Selim 'den farklıydı. Geçmişini benden saklamamıştı. Her çocuk gibi, ardı arkası kesilmeyen sorularımı sormama gerek kalmadan, geçmişi hakkında birçok önemli şeyi öğrenmiştim. İyi bir çocukluk geçirmişti. İyi bir ailesi vardı. Ekonomik olarak sıkıntı yaşamamıştı hiç. Tek kardeşi kendisinden birkaç yaş büyük ağabeyiydi. Onunla hep iyi ilişkileri olmuştu. "Hiç kavga etmez, çok nadiren belli sebeplerden ötürü ufak tartışmalar yaşardık" diye anlatırdı. Annesinin dünyanın en tatlı insanı olduğunu söyler, yaptıkları sohbetleri bana anlatırken gözlerinin içi parlardı. Bir kız çocuğunun en büyük şansının annesinin ona karşı olan tavrı, yakınlığı, anlayışı olduğundan bahsetmiş, bu sebepten ötürü kendisinin dünyanın en şanslı insanlarından biri olduğundan söz etmişti. Saatlere dair ilgisi ve uzmanlığı ise babasından geliyordu. Babasına âşık bir kız çocuğuydu ve babası bir saat ustasıydı. Dolayısıyla Eylül zanaatını babasından öğrenmişti. İsmi yerine soy ismini kullanmasının sebebi de babasına ait bir şeylerle anılmak istemesiydi. Adını hiç öğrenememiştim. Zaten kendini tanıştırırken, adını soranlara Eylül derdi. Eylül 'ün adı değil de soyadı olduğunu çok sonraları tesadüfen öğrenmiştim. İşin aslı, Eylül ismi yüzüne o kadar yakışıyordu ki en iyisi buydu, yani ona Eylül demekti..." 

18 Ocak 2015 Pazar

411 Numaralı Oda - 2

"...İnsanın tepkisiz kaldığı anlar vardır. Hiçbir şey hissedemez. Şaşıramaz, korkamaz, sevinemez... Bu, o anlardan biriydi. Dakikalarca kalakalmıştım. Ben ona bakıyordum o da bana. Bu ne kadar sürdü bilmiyorum ama yabana atılacak bir süre olmadığına emin gibiydim. Bu anın bir gün geleceğini biliyordum ama hiç hazırlık yapmamıştım. Arada bir düşündüğüm olurdu. Karşılaşırsak ne yaparım, ne tepki veririm, ne yaşarım diye düşünmüştüm bazı zamanlar. Fakat ne kadar hazırlık yaparsam yapayım, o an geldiğinde, aslında hiç hazırlıksız olacağımı biliyordum. Nitekim öyle olmuştu. Dimdik, sapasağlam, her şeyiyle karşımdaydı ve ben tamamıyla tepkisizdim. Karşılıklı bakıştığımız o birkaç dakika içinde aklımdan o kadar çok şey geçti ki insan olarak buna inanmakta hâlâ güçlük çekiyorum. Hayata dair birçok tecrübe edinmiştim. Gözlerimle, bir adamın öldürüldüğüne bile tanık olmuştum. O an bile bu kadar hazırlıksız değildim. Adeta vücudumdan kanım çekilmiş, sanki dil diye  bir organa hiç sahip olmamıştım. Bu birkaç dakikalık sarsıntıyı atlattıktan sonra yapabildiğim tek şey "oturmaz mısın" demek oldu. O ise her zamanki gibiydi. Gayet soğukkanlı, hafif tebessüm eden bir ifadeyle, sadece o eski tabureyi aldı ve çalışma masamın tam karşısına oturdu. Şaşkınlığımı sorduğu bir soruyla dağıtmayı başardı..." 

16 Ocak 2015 Cuma

411 Numaralı Oda - 1

"...Zamana saygı duymakla alakalı şeyler duymaya pek alışkın değildim. Daha doğrusu bir yabancıdan duymaya alışkın değildim. Annem, Yusuf, ben zamana hayran olan insanlardık ama bir yabancının geçip karşıma saygı duymak ve zaman kavramlarını aynı cümle içinde kullanması biraz enteresan bir durumdu. Üstelik bununla sınırlı kalmayan tanımlamaları, hiç saat ustası olmayan bir yer ve güneşle dünyanın hareketlerini bağdaştıracak kadar başarılıydı. Bu kız kesinlikle farklıydı, kesinlikle hayranlık duyulacak kadar farklıydı. Elimde olmadan bir soru sordum..."