7 Mart 2019 Perşembe

Meğer Gitmek Demek Ölmek Demekmiş



Cenaze törenleri iç açıcı merasimler değildir. Defin sırasında orada bulunan herkes de aynı şeyi yaşamaz. Cenaze sahibinin acısına ortak olmak bir duygudur belki ama tören bittikten sonra herkes hayatına döner. Kaçınılmaz, değiştirilemez bir kuraldır bu. Gidilir, destek olunur, geri dönülür. Bu ezberin bozulması da çok olası bir durum değildir. Tam da böyle bir cenaze töreninde, birileri için hayat dururken birileri için hâlâ aktığını hatırlamam gerekircesine, mezar taşlarının fotoğraflarını çeken bir kadın görmüştüm. Sebebini o kadar merak ettim ki yanına gidip ne yaptığını sormadan edemedim. Profesyonel bir fotoğrafçıydı ve mezar taşı çalışması o güne kadar duyduklarım içerisinde en ilgi çekicisiydi. “İnsan eliyle yaratılmış, enteresan hikâyelere gebe yerlerdir mezarlıklar. Bir mezar taşı üstüne yazılmış birkaç satır kelam çok şey anlatır bazen. En iyi fotoğraflar da arkasındaki hikâye en iyi olanlardır.” demişti. O kadar ilgimi çekmişti ki söyledikleri, eğer mümkünse daha sonra görüşmek istediğimi söyledim. Çok memnun olacağını söyledi. Birkaç gün sonra gittim yanına. Benim için asıl merak konusu birkaç cümleden nasıl koca bir hikâyeye ulaşabildiğiydi. “Yazılanların peşinden gidiyorum.” dedi. Merhum veya merhumelerin isminden yola çıkarak ailelerini ve arkadaşlarını buluyordu. Bir tanesini anlatmasını istedim. Önce fotoğrafı gösterdi. Gösterdiği fotoğraftaki mezar taşında “Meğer gitmek demek ölmek demekmiş!” yazıyordu. Her kimse, öldüğünde daha kırkında bile değildi. Her genç ölüm zordur elbet. Özellikle anne ve baba için. Yaşlı bir anne ve babası vardı. Enteresandır; fotoğrafçıyı geri çevirmemiş ve gözyaşlarıyla da olsa oğullarından bahsetmeyi kabul etmişlerdi.

Hayatta keyif aldığı iki uğraşı varmış oğullarının. Birisi çirkin, sevimsiz, gri renkli bir sokak kedisiyle oyalanmak diğeri de kurumuş ekmeklerle deniz kenarına gidip balıkları beslemekmiş. Bir gün yine balıkları beslemeye giderken annesi arkasından söyleniyormuş. Hep söylenirmiş zaten. O gün annesini de ikna etmiş beraber gitmeye. Çok zor ikna olduğundan bahsetmiş annesi. Fakat gittiklerinde o kadar keyif almış ki “keşke çok daha önceleri gitseydim” demiş ağlayarak. Kediyle yıldızları hiç barışmamış annenin ama o günden sonra balıkların arkadaşı bir yerine iki olmuş. Kimseyi de ortak etmemişler bu keyiflerine. Anne oğul, bir poşet dolusu kuru ekmekle yıllarca balıkları beslemeye gitmişler. Her gün dönüş yolunda da çay içtikleri bir yer varmış. Fotoğrafçıyı da oraya götürmüş anne ve baba. Birlikte oturup çay içerken anlatmış bütün olan biteni.

Öylece geçmiş yıllar. Bıkmadan gitmişler senelerce balıkları beslemeye. Günlerden bir gün kadının oğlu acil bir işi olduğunu söyleyip gelmemiş balıklara. Annesinden de tek başına gitmesini rica etmiş. Ertesi gün birlikte tekrar gittiklerinden ise bir gariplik varmış. Sürekli yüzünde güller açan adam tebessüm dahi etmiyormuş. Gri sokak kedisi de bir süredir gelmez olmuş eve o zamanlar. Bununla ilgili olduğunu düşünmüş kadın ilk başta ama daha fazla merak etmesine gerek kalmadan oğlu anlatmış her şeyi. Çocuk aslında evlatlıkmış. Bunu da kendisi tesadüfen öğrenmiş. Anne ve babasıyla yüzleşme anı da oldukça travmatik olmuş ama konu çok uzamadan normal hayatlarına dönmüşler. Dönmüşler dönmesine de tam o dönemde; çocuk, annesi ve babasına başka bir şehre taşınmak istediğinden bahsetmiş. Karı koca anlayışlı insanlarmış, bu durumu da anlayışla karşılamışlar ama evlatlık durumunu öğrendiği için gitmek istediğine yormadan da yapamamışlar. Nitekim gitmiş. Gitmiş, gitmiş ama annesi, balıklar yalnız kalmasın diye her gün sahile gidip balıkları beslemekten vazgeçmemiş.

Birkaç ay sonra oğullarının bir arkadaşı gelmiş eve. Oğullarının aslında hasta olduğundan ve annesi ile babası üzülmesin diye uzaklaştığından bahsetmiş. Ölümcülmüş bu hastalık. Çok da vakti yokmuş çocuğun. Gidip alıp getirmişler eve hâliyle. Neden böyle bir şey yaptığını sorduklarında da o sevimsiz kedisinden bahsetmiş. Kedi, bir gün dönmemek üzere gitmiş evden. Çocuk, ahlar vahlar içinde kedisini ararken, kedilerin ölümlerine yakın sahiplerinden uzaklaştığını öğrenmiş. Giderlermiş yani kediler, sahiplerinden uzakta ölmeye giderlermiş. Çocuk da bunun için uzaklaşmış ama bu duygusal durumlar insanlarda pek işlemiyor elbette. Filmlerdeki gibi rahat rahat depresyona bile giremediğin bir dünyada ölmek için ailenden uzaklaşmak da ne demek?

O mezar taşındaki söz de annesinden yadigâr kalmış. Fotoğrafçıyla çay içtikleri yerde “Bu balıklarda benim yıllarım var, oğlum var…” demiş gözyaşlarıyla. “Yani…” demiş “…meğer gitmek demek ölmek demekmiş!”

O günden sonra her mezar taşını iki kere okudum. Her mezar taşının aslında bir ya da birkaç hayat, belki de kusursuz bir hikâye barındırdığını bilerek okudum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder