8 Şubat 2015 Pazar

Beyaz Yakalı

Sene 1995 idi, aylardan da muhtemelen Eylül. Okula başlıyordum. Anaokulunu pas geçmiş direk ilkokula adım atmıştım. O zamanlar zorunlu eğitim henüz sekiz yıl olup ilköğretim adını almamıştı. Eğer bir devlet okuluna gitmiş olsaydım mavi önlükle başlayacaktım okula. Lakin paralı bir okula başladığımdan mütevellit pantolon, gömlek, hırka veya kazak kombini giymem gerekiyordu. Bu kıyafeti tamamlayan aksesuar ise kravat tadında boynuma taktığım broştu. Adına tam olarak broş mu deniyor onu da tam hatırlamıyorum ama şekilli bir ipe geçirilmiş boyna kadar çekilen bir broşu ve aşağı doğru sallanan ipleri vardı. O yıllar benim takım elbise formatına ayak uydurmaya başladığım ilk yıllardı. Üç sene böyle geçmiş gitmiş ve dördüncü okul senemde bir devlet okuluna geçerek iki sene mola almıştım. Mavi önlük ve beyaz yaka takıp, beslenme çantasıyla okula gitme vaktiydi. Öylece yuvarlanıp gittik işte. 

Ortaokula başladığım zaman artık tam anlamıyla bir takım elbise giyme vakti gelmişti. Gri pantolon, beyaz gömlek, lacivert ceket, lacivert kravat ve kundura. İlk ortaokul günümde annem hastaydı ve artık ömrünün son demleriydi ve hiçbirimizin, en azından bazılarımızın bundan henüz haberi yoktu. Arabadan inip okul binasına doğru yürürken babama "şunun yürüyüşüne bak" deyip güldüğünü hatırlıyorum. Üç sene acısıyla tatlısıyla aynı renk takım elbiseyle geçip gitti. Ne yalan söyleyeyim hayatımın pek güzel geçmemiş en karanlık zamanlarıydı, çok zor günlerdi. 

Lise yılları artık Ankara 'ya merhaba deme zamanıydı. Farklı bir şehir, yeni insanlar... Küçük bir fark vardı artık. Ankara 'da farklı çeşit kravatlar takılabiliyor ve okul yönetimi buna izin veriyordu. Ben pek polemiğe girmemiş lacivert kravatım boynumda hayatıma devam etmiştim. Yıllar içinde ergenliğin verdiği yetkiye dayanarak takım elbiseyi spor ayakkabı, kapşonlu(sanırım böyle yazılıyor) polar gibi eklerle kombin yapmış kravatı gevşetip en üst düğmeyi açmak, gömleğin tek tarafını pantolonun üstüne çıkarmak gibi tarzlar denemiştim. 

Lise bittiğinde sıra mezuniyet balosuna gelmişti ve artık ilk ciddi takım elbise deneyimini yaşama zamanıydı. Kuzenimin hevesle alıp hiç giymediği takım elbisesini kullanmıştım. Farklı renk bir kravat, yeni alınmış rengi beyaza yakın silik pembe bir gömlek ve bir otelde kalabalık bir insan grubunun karşısına çıkma zamanı. Belki biraz heyecanlıydı, biraz aynanın karşısında zaman geçirmiştim, saçlarımı kestirmek için berbere gittiğimde yüzümde üçe üç maç yapan tüylerle birazcık da favori bırakmıştım. 

Üniversite çağı gelmişti artık ve o yıllar gerçekten standart bir hayatın en özgür yıllarıydı. Değil kravat - ceket, spor gömlek bile giymeden, traş olma derdim olmadan yıllar geçirmiştim. Gerçekten çok güzeldi. Arada tek es kuzenimin düğününde giymek için aldığım takım elbiseydi ve ben yirmi yaşına geldiğimde ilk defa takım elbiseye ciddi para vermiştim. Açık konuşmak gerekirse çok hoşuma gitmişti. Giydiğim zaman dedemin bu durumdan çok keyif almış, "oğlum şu kılıkla bir gün okula gitsen ne olur be" demişti düğünden sonra. Dedemi kırmamış ve gitmiştim. Kimileri o şeklimi çok beğenmiş, kimileri kahkaha atmıştı. İşin aslı Beytepe 'ye takım elbise ile gitmek iyi bir fikir değildi. 

Üçüncü sınıfa geldiğim zaman ise günlük traş olmayı ve siyah takım elbise ile beyaz gömlek giymeyi gerektiren bir işe başlamıştım. O zamana kadar takım elbiseyi üstüme geçirdiğim her an aynanın karşısında dakikalar geçirmiş, insanların güzel tepkileriyle gençlik egomu şişirmiştim. Ama artık takım elbiseyi neredeyse eşofman niyetine kullanma zamanıydı. Nasıl desem, yani bir anlamı kalmamıştı. Yakın zamanda vedalaşmıştım onunla, askere giderken. Ah o kamuflaj var ya hayatımda pek çok açıdan ve pek çok anlamıyla giydiğim en güzel kıyafetti. Aradan zaman geçti, vakit doldu ve "silahlara" veda zamanı geldi. Vatan borcu bitmişti. Artık gerçek hayatla tanışma vaktiydi. İnsanların beklentileri ve hayatın sosyal ihtiyaçları doğrultusunda iş bulma, evlenme, çocuk yapma ve ölmeye yaklaşma süreci başlamıştı. 

Ben bir süre önce hiç tahmin etmediğim, içinde olmayı düşünmediğim, kurallarını içime çok kolay sindiremeyeceğim bir sektörde işe başladım. Sürpriz oldu bana kısacası. Gerçekçi hayallerimde birkaç kişinin çalıştığı bir proje ofisinde maden ve tünel tasarımı yapan, işe tshirt ve kotla giden bir mühendis olacaktım ben. Gerçekçi olmayan hayallerimde ise bir sahaf dükkanım olacaktı ve yıllar geçtikçe çay, sigara ve kahveden sararmış dişlerim hatta bıyıklarım olacaktı benim. Takım elbise giymeyi, yani beyaz yakalı olmayı hatta Tyler 'ın Fight Club üyelerine attığı nutukta bahsettiği "slaves with white-collars"gillerden olmayı, olacağımı, olabileceğimi istememiştim. 

Hayatın bana sunduğu gerçekler bana ne kadar mutluluk getirecek bilmiyorum, hayallerinin peşinden bu kadar imkansızlık içinde koşabilen insanlardan bu dünyada kaç tane var bilmiyorum. Bazen hakikaten hiçbir şey bilmediğimi, bilemediğimi ve bilmeye çalışmadığımı hissediyorum. Çok özel bir filmde bahsettiği gibi yaptığımız tek şey dünyanın bize sunduğu gerçeği kabullenmek.

7 Şubat 2015 Cumartesi

411 Numaralı Oda - 5

"...Kitapçı anlamıştı karın ağrımı. Kitabı masaya bıraktı ve yanıma geldi. "Gel bakalım" dedi. Beni karşısına oturttu ve anlatmaya başladı. "Bak genç adam: İnsanların, diğer insanlara verebileceği sevginin bir sınırı yoktur. Sevmeyi istedikten sonra herkese yetecek kadar yer vardır orada. Yeni birinin olması demek senin sevginden bir şeyler alıp ona vereceği anlamına gelmez. O yüzden merak etme. Eylül 'ün hem sana hem oğluna hem de bütün herkese yetecek kadar sevgisi var ..."