Cenaze törenleri iç açıcı merasimler
değildir. Defin sırasında orada bulunan herkes de aynı şeyi yaşamaz. Cenaze
sahibinin acısına ortak olmak bir duygudur belki ama tören bittikten sonra
herkes hayatına döner. Kaçınılmaz, değiştirilemez bir kuraldır bu. Gidilir,
destek olunur, geri dönülür. Bu ezberin bozulması da çok olası bir durum
değildir. Tam da böyle bir cenaze töreninde, birileri için hayat dururken
birileri için hâlâ aktığını hatırlamam gerekircesine, mezar taşlarının
fotoğraflarını çeken bir kadın görmüştüm. Sebebini o kadar merak ettim ki
yanına gidip ne yaptığını sormadan edemedim. Profesyonel bir fotoğrafçıydı ve
mezar taşı çalışması o güne kadar duyduklarım içerisinde en ilgi çekicisiydi. “İnsan eliyle yaratılmış, enteresan
hikâyelere gebe yerlerdir mezarlıklar. Bir mezar taşı üstüne yazılmış birkaç
satır kelam çok şey anlatır bazen. En iyi fotoğraflar da arkasındaki hikâye en
iyi olanlardır.” demişti. O kadar ilgimi çekmişti ki söyledikleri, eğer
mümkünse daha sonra görüşmek istediğimi söyledim. Çok memnun olacağını söyledi.
Birkaç gün sonra gittim yanına. Benim için asıl merak konusu birkaç cümleden
nasıl koca bir hikâyeye ulaşabildiğiydi. “Yazılanların
peşinden gidiyorum.” dedi. Merhum veya merhumelerin isminden yola çıkarak
ailelerini ve arkadaşlarını buluyordu. Bir tanesini anlatmasını istedim. Önce
fotoğrafı gösterdi. Gösterdiği fotoğraftaki mezar taşında “Meğer gitmek demek ölmek demekmiş!” yazıyordu. Her kimse,
öldüğünde daha kırkında bile değildi. Her genç ölüm zordur elbet. Özellikle
anne ve baba için. Yaşlı bir anne ve babası vardı. Enteresandır; fotoğrafçıyı
geri çevirmemiş ve gözyaşlarıyla da olsa oğullarından bahsetmeyi kabul
etmişlerdi.
Hayatta keyif aldığı iki uğraşı varmış
oğullarının. Birisi çirkin, sevimsiz, gri renkli bir sokak kedisiyle oyalanmak
diğeri de kurumuş ekmeklerle deniz kenarına gidip balıkları beslemekmiş. Bir
gün yine balıkları beslemeye giderken annesi arkasından söyleniyormuş. Hep
söylenirmiş zaten. O gün annesini de ikna etmiş beraber gitmeye. Çok zor ikna
olduğundan bahsetmiş annesi. Fakat gittiklerinde o kadar keyif almış ki “keşke çok daha önceleri gitseydim”
demiş ağlayarak. Kediyle yıldızları hiç barışmamış annenin ama o günden sonra
balıkların arkadaşı bir yerine iki olmuş. Kimseyi de ortak etmemişler bu
keyiflerine. Anne oğul, bir poşet dolusu kuru ekmekle yıllarca balıkları
beslemeye gitmişler. Her gün dönüş yolunda da çay içtikleri bir yer varmış. Fotoğrafçıyı
da oraya götürmüş anne ve baba. Birlikte oturup çay içerken anlatmış bütün olan
biteni.
Öylece geçmiş yıllar. Bıkmadan gitmişler
senelerce balıkları beslemeye. Günlerden bir gün kadının oğlu acil bir işi
olduğunu söyleyip gelmemiş balıklara. Annesinden de tek başına gitmesini rica
etmiş. Ertesi gün birlikte tekrar gittiklerinden ise bir gariplik varmış.
Sürekli yüzünde güller açan adam tebessüm dahi etmiyormuş. Gri sokak kedisi de
bir süredir gelmez olmuş eve o zamanlar. Bununla ilgili olduğunu düşünmüş kadın
ilk başta ama daha fazla merak etmesine gerek kalmadan oğlu anlatmış her şeyi. Çocuk
aslında evlatlıkmış. Bunu da kendisi tesadüfen öğrenmiş. Anne ve babasıyla
yüzleşme anı da oldukça travmatik olmuş ama konu çok uzamadan normal hayatlarına
dönmüşler. Dönmüşler dönmesine de tam o dönemde; çocuk, annesi ve babasına
başka bir şehre taşınmak istediğinden bahsetmiş. Karı koca anlayışlı
insanlarmış, bu durumu da anlayışla karşılamışlar ama evlatlık durumunu
öğrendiği için gitmek istediğine yormadan da yapamamışlar. Nitekim gitmiş.
Gitmiş, gitmiş ama annesi, balıklar yalnız kalmasın diye her gün sahile gidip
balıkları beslemekten vazgeçmemiş.
Birkaç ay sonra oğullarının bir arkadaşı
gelmiş eve. Oğullarının aslında hasta olduğundan ve annesi ile babası üzülmesin
diye uzaklaştığından bahsetmiş. Ölümcülmüş bu hastalık. Çok da vakti yokmuş
çocuğun. Gidip alıp getirmişler eve hâliyle. Neden böyle bir şey yaptığını
sorduklarında da o sevimsiz kedisinden bahsetmiş. Kedi, bir gün dönmemek üzere
gitmiş evden. Çocuk, ahlar vahlar içinde kedisini ararken, kedilerin ölümlerine
yakın sahiplerinden uzaklaştığını öğrenmiş. Giderlermiş yani kediler,
sahiplerinden uzakta ölmeye giderlermiş. Çocuk da bunun için uzaklaşmış ama bu
duygusal durumlar insanlarda pek işlemiyor elbette. Filmlerdeki gibi rahat
rahat depresyona bile giremediğin bir dünyada ölmek için ailenden uzaklaşmak da
ne demek?
O mezar taşındaki söz de annesinden yadigâr
kalmış. Fotoğrafçıyla çay içtikleri yerde “Bu balıklarda benim yıllarım var,
oğlum var…” demiş gözyaşlarıyla. “Yani…” demiş “…meğer gitmek demek ölmek
demekmiş!”
O günden sonra her mezar taşını iki kere
okudum. Her mezar taşının aslında bir ya da birkaç hayat, belki de kusursuz bir hikâye
barındırdığını bilerek okudum.