1 Kasım 2011 Salı

Bu Dünyanın Yaramazlık Yapan Ve Bundan Haz Duyan Çocuklarıyız

Çocukluk yıllarım pek problemli değildi benim. Akıllı, uslu bir çocuk değildim ama abim ve kardeşimi düşününce aileme neredeyse hiç problem çıkarmadan büyüdüğüm söylenebilir. Abimin salonda duran yemek masasını ateşe vermişliği var. Kardeşimde kolunu, bacağını falan çok profesyonel yaralardı. En yakın sağlık kuruluşunda soluğu almışlığımız çoktur. Birkaç ay önce eve geldiğinde burnu sola doğru kavis almıştı mesela onuda öyle örnekleyebilirim. Benim olayım ise biraz farklıydı. Ben bir halt yiyeceksem eğer sonunda bana vereceği keyfi düşünürdüm hep. İleri görüşlü bir yaramazdım. Bu olup bitenin yanısıra, babamda abimle beni çok döverdi. Bizim yediğimiz kadar dayağı yiyen çocukları televizyonda trajedi diye anlatıyorlar. Biz alışmıştık ama, arsızı olmuştuk, babam beni tokatlarken güldüğümü bilirim. Aranızda şu an gülenler ve inanmayanlar var ama çok ciddiyim. 

Neyse gel gelelim, bahar başladıktan sonra hemen her hafta ailecek pikniğe gittiğimiz yıllarda, daha Küresel Isınma etkilerinin bu kadar net fark edilmediği, baharın uzun yaşandığı dönemlerde... Öff ne uzun sıkıcı bir cümle oldu şöyle toparlayayım hemen: pikniğe gitmiştik. Bizim hemen her pikniğe gidişimiz vukuatlı geçerdi. Dereye düşmüşlüğüm, mangalda ayakkabımı yakmışlığım, uzun süre gözden kaybolup bütün ahaliye dakikalarca kendimi aratmışlığım falan vardır bunların içinde. Neyse yine bir gün piknikteyiz, kontrol babamda, elde maşa mangalın başında, yanında rakısı falan... Bildiğin piknikteki baba işte. Ben bir yaramazlık yaptım yine hatırlamıyorum şimdi ne olduğunu, bir yandan annem payladı biraz babam maşayla üstüme yürüdü, tam dalıyordu annem araya girdi o sıra. Bunlar günün sonuna doğru oluyor ve ben bütün suçluluğumla, arsızlığımla (film adı gibi oldu: SUÇLULUĞUM ve ARSIZLIĞIM) arabanın arkasına yaslanmış bekliyordum. Eşyalar toplanırken, sıra mangalın közünü söndürmeye gelmişti. Babam mangalın közünü toprağın üstüne döküp su almaya gidiyordu. On saniye kadar vaktim vardı. Belki o kadar bile yoktu. Birkaç saniye içinde kafamda yer alan şu soru işaretlerini düşündüm: SORU 1 - Ben bu közlere tekme atarsam alev alev ortalığa saçılır mı?  SORU 2 - Babam beni döver mi? SORU 3 - Orman yangınına sebebiyet verir miyim? Şimdi ilk iki soru sıkıntı değildi. Alev alev ortalığa saçılıp saçılmayacağını deneyip görebilirdim. Babam zaten döverdi böyle bir şeyden sonra ve ilk defa başıma gelmeyecekti, o alevleri göreceksem eğer buna değerdi. Ama orman yangınına dayanamazdım. Ben bu dünyanın vicdanlı, arsız ve doğaya aşık bir yaramazıydım. Formül basitti. Ağaçların olmadığı tarafa doğru tekmeyi savurup kaçacaktım. Bütün bunları üç saniyede falan düşündüm. Sıra uygulamaya gelmişti. Vakit daralıyordu. Babam su bidonunu eline almıştı bile. Kapattım gözlerimi, derin nefes aldım ve koşmaya başladım. Millet şaşırdı tabi bu çocuk deli dana gibi nereye koşuyor diye. Müdür, közlere tekmeyi bir koymuşum var ya böyle bir güzellik yok. Közler patlıyor, etraf ışıl ışıl, ortalık alev alev yanıyor, kıvılcımlar saçılıyor... Cinayet ya. Yok böyle güzellik. Havada kararmıştı ki iyiden iyiye manzarayı bir seyret. 

CEVAP 1 - Ortalık alev alev oluyor kesinlikle deneyin. CEVAP 2 - Babam gelişine sağdan çok sağlam bir tekme çıkardı en son iki ayağımın birden yerden kesildiğini hatırlıyorum. Koşuyordum üstelik. Dönüp babama "acımadı ki, acımadı ki" diye nanik işareti yapasım gelmişti ama yememişti tabi. CEVAP 3 - Orman yangını çıkmadı çünkü babam bütün araziyi gezip yanan her bir köz parçasına suyla müdahale etti. Allah 'ın sopası yok işte. Ağaç yoktu zaten vurduğum tarafta ama ne olur ne olmaz diye önlemimizi aldık. Zaten ağaçların olmadığı tarafa doğru vurmuştum. Üstelik şiddetini de ona göre ayarlamıştım. Anlayacağınız olan babama oldu. 

Yani gün inanılmaz keyifli bitmişti. O tekmeyi savurduğum için o gece rahat uyuyabilecektim. Dayağımı da yemiştim bir güzel, oohhh. Rahattım yani tertemiz uyumuştum. Bu dünyanın yaramazlık yapan ve bundan haz duyan çocukları adına kariyer çizelgeme bir çentik daha atmıştım. Hepsi bir yana, siz hakikaten poşete su doldurup, ağzını bağlayıp, bu su bombasını camdan aşağı atmadınız mı hiç? Üstelik tam o sırada biri geçerken. Hadi oradan !!!

Dede Olmak Mucize Yaratmayı Gerektirir

Bir reklam filmi vardı. Hatırlamıyorum şimdi hangi kurumun olduğunu ama banka reklamıydı sanırım. İki kardeş veya iki kuzen olabilir net değildi reklamda bu ayrıntı, tahtadan oyuncak bir at yapmaya çalışıp beceremiyorlardı. Dağılıyordu at çocuklar tam üstüne binerken. Hikâye mutlu sonla bitiyordu tabi. Dedeleri gelip atı yapıyor ve ellerine teslim ediyordu çocukların. Fonda duygusal bir müzik, gülen yüzler, çocuklar dedelerine sevgiyle sarılıyorlar ... Ha işte dede öyle bir şey. Farklı yani. Anneye, babaya veya başka birine benzemeyen varlıklar. O atı yapabilecek güce sahip tek varlık. Başkasının elinden gelmez, dede halleder sadece bu işleri. 

Eskiden gazeteler maket evler verirdi. Çok küçüktüm ama hafızamda çok net. Böyle dümdüz karton kağıtlar hâlinde alınır, kesilir, birleştirilir, yapıştırılır, ev hâline getirilirdi. Bizim evde de babam bu tarz işlere pek bakmazdı. Sabırsız adamdır. Çocukları al yanına, saatlerce o evle uğraş, kes, biç... Tarzı değildir pek babamın, parayı verip hazırını almak daha caziptir her zaman. Prensip olarak pek yapmazdı öyle şeyler. Bizde daha ziyade dedem hallediyordu bu işleri. Neyse öyle günlerden biri yine, dedem abimle bana maket ev yapıyor. Kolay parçalar vardı böyle kenarlarında kavis olmayan direk dikdörtgen şeklinde olan parçalar. Olayın içinde olalım diye dedem o tarz parçaları bize kestiriyordu. Çok başının etini yiyorduk çünkü biz de yapalım diye. O da böylelikle kurtuluyordu. Elimde bulunan çatı penceresini keserken yanlış bir hamle yapıp pencereyi ortadan ikiye bölmem çok sürmemişti. Tam ortasından dışa doğru hafif bir açıyla katlanması gereken bölgeyi, kesme yeri zannederek kesmiş ve bu çıkıntının oluşturulma ihtimalini ortadan kaldırmıştım. Dedem bunu görünce yüzü düştü ve "Ne yaptın be oğlum emeğim boşa gitti şimdi." dedi. Daha çok küçüktüm, henüz okula başlamadığım yıllardan bahsediyorum size. Dolayısıyla "Emek" kelimesinin anlamını öğrenmiş olduğum yıllarım henüz yaşanmamıştı. Emek kelimesiyle ilişkisi olan bildiğim tek şey dedem ve babaannemin her ay aldığı emekli maaşıydı ve ben o çocuk aklımla dedem emeğim boşa gitti dedikçe, yanlış kestiğim o parça için dedemin maaşını elinden alacaklarını düşünmüştüm. Sonuç olarak dedem o kesik parçanın gelişine mükemmel bir vole vurmuş ve olabilecek en iyi şekle getirerek makete eklemişti. Sorun kalmamıştı, emekli maaşı dedemde kalıyordu. Yükselen tansiyonum normale dönmüştü. Bunu yapabilecek tek kişi dedemdi. Tıpkı o atı sağlam bir şekilde yapıp torunlara teslim eden dedenin onu başarabilecek tek kişi olması gibi. 

Torunu olan bir adamın eline nereden geldiği belli olmayan sihirli bir değnek veriliyor diye duymuştum. İnanmak için haklı sebeplerim var. Siz hâlâ inanmıyor musunuz? 

Bir Kalem Aslında Bir Kalemden Fazlasıdır










Kalemlerle maceram ne zaman başladı hatırlamıyorum. Bir kalemle ne gibi bir macera yaşayabilir ki insan? Bir kalem ne kadar önemli olabilir? Aslına bakarsanız, tahmin edeceğinizden çok daha önemli olabilir ya da bir kalem bir insanın hayatı olabilir gibi dağlı laflar etmek için yazmıyorum bunu.  Kalemlerle enteresan bir diyaloğum olmuştur hep. Bundan biraz bahsetmek istedim. 

Ben ilkokula başladığım zaman(o zamanlar hala ilkokul diye geçiyordu), şu rengarenk basmalı kalemlerin hayaliyle gitmiştim okula. İlk defa dersime giren sınıf öğretmenim çoktan koymuştu şeklini. Üstelik daha ilk dersten. Basmalı kalem kullanmak yasaktı. Sınıfta kalem açmak da yasaktı. Evde itina ile açılmış iki adet kurşun kalemle okula gelinecek ve o kalemler kullanılacaktı. İlk darbeyi o zamanlar yemiştim henüz. Sen yıllarca rengarenk, birbirinden güzel basmalı kalemleri kullanmanın hayaliyle yaşa, öğretmen daha ilk dersten bunu yasaklasın(Çok mükemmel bir hocaydı orası ayrı. Fakat konu bu değil. Mükemmel bir insan ve mükemmel bir öğretmen olması hayallerime ambargo koyduğu gerçeğini değiştirmiyor). Tam olarak o sene, halam Ankara 'dan gelirken Faber Castell marka, bir kalem seti getirmişti bana. Okula başladık ya, nice okul yıllarına hediyesi gibi bir şey. Süper bir kutusu vardı. İçinde iki tane kalem(biri beyaz diğeri kahverengiydi), aynı marka bir silgi ve kalemler için kullanılacak bir uç kutusu. Bütün bunlar camdan bir kutunun içindeki süngerden yapılma bir kızakta yuvalarına oturtulmuştu. Ama böyle afili bir kutu yok. O kutuyu elime ilk aldığım zaman artık yeni Dostoyevski olmak için önümde hiç bir engel kalmayacak kadar güçlü hissediyordum kendimi. O zamanlar Dostoyevski 'yi tanımıyordum haliyle mübalağa sanatını kullandım bir önceki cümlede ama bunun bir önemi yoktu. Gölgelerin gücü adına güç bendeydi artık. Gel gelelim yasak diye ben o kalemi okula götüremedim. Düşünsenize bir. Dünyanın en güzel kalemi bende ama gidip okula caka satamıyorum. Annemle babam çoktan kandırmıştı bile beni "okulda basmalı kalem kullanmanız yasak eğer okula götürürsen öğretmenin kalemini alır bir daha vermez" diye. Çocukken ne salakmışız inanırdık böyle şeylere. Öğretmen kalemi niye alacaksa artık en fazla bir daha getirme deyip geçer. Sonuç olarak ben yıllar boyunca o kalemle sadece ev ödevlerimi yapmaya mahkum oldum. Alın size ilk travma. İşte benim kalemlerden olan alacağım o yıllarda başladı. 

Aradan zaman geçmişti ve ben dördüncü sınıfta başka bir okula geçtim. Yeni sınıfıma bir gittim ki ne göreyim? Herkeste basmalı kalem. Mal gibi evde açılmış iki tane kurşun kalemle okula gittim. Kendimi nasıl hissettiğimden bahsetmiyorum bile. Ertesi gün kantinden iki tane basmalı kalem aldım. Artık durduramazdı kimse beni. Tamam ucuz ve kalitesizlerdi kalemler belki ama bir yerden başlamıştım artık. Her şey rutine dönüşmüş ve bende her sağlıklı insan evladı gibi okulda basmalı kalem kullanırken değişik şeyler hissetmemeye başlamıştım. Şimdi diğer Faber 'e ne oldu diye düşünenler varsa aranızda hemen söyleyeyim, artık o kalemle aramızda duygusal bir bağ olduğu için evden dışarı çıkarmıyordum. Besledim onu. Temizledim her gün. Her şeyden sakındım. Bir süre sonra sanki biraz büyüdü bile. Tam yavrulayacaktı ki apansız bir şekilde kaybettik kendisini. Zamanla alıştım tabi duruma. Bunu atlatmak zor oldu ama insanoğlu nankör alışıyor her türlü acıya. 


Yedinci sınıfa geldiğimde ise asıl hikaye başladı. Şu klasik Rotring kalemleri hepiniz bilirsiniz. Tipik okul kalemi işte. Artık onlardan bir tanesine sahiptim. Şimdi burayı iyi dinleyin. Ben o kalemle önce LGS sonrada ÖSS 'ye girdim ve ikinci Öss sınavıma girmeden birkaç ay önce kaybettim. Buda hemen hemen altı yıllık bir süreye tekabül ediyor. Emin değilim ama bir nesneyle en uzun ilişkim olabilir. Yavaş yavaş bu kalemin uğurum olduğuna (her ne kadar ÖSS 'de işe yaramasa bile inancım tamdı), ve onunla dünyayı ele geçirebileceğime inanmaya başlamıştım. Ama her güzel hikaye gibi buda son buldu. Gün geldi ben o kalemi kaybettim ve yerini başka bir Rotring aldı. Lakin gelen gideni aratır derler ya, bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmadı. 

Sonra birde babamın Rotring takımıyla tanıştım ben. Annem yıllarca saklamış o kalemleri. Bizim kullandıklarımızdan değil. Daha üst kalite, daha şık ve daha pahalı, biri tükenmez biri kurşun olmak üzere iki kalemden oluşan bir takım. Liseye başladığın zaman vereceğim sana demişti bu kalemleri. O kalemleri saklarım hala okulda çok az kullandım. Annem lise yıllarımı göremediği için o kalemlerle ilişkim çok daha farklı tabi. 

Şimdi ise durum çok vahim. Uzun zamandır duygusal bağ kurduğum bir kalem olmadı. Hatta sık sık kaybedip yenisini alıyorum. Fakat bu sefer durum daha farklı. Yanımda taşıdığım hiçbir eşyaya kalem kadar takıntılı değilim. Yani niteliği, manevi değeri, maddi değeri önemli değil. Kalemim kayboluyor bir süre bulamıyorum ya tam o an nevrim dönüyor. Sebebini bilmiyorum ama böyle bir sinir, böyle bir öfke yok. Buradan yetkililere sesleniyorum. Kaybolmayan kalem yapsınlar. Sensörlü olabilir mesela. Birkaç metreden fazla uzaklaşınca saatim titremeye başlasa ne mükemmel olur diye düşünmüyor değilim bazen. Elimde değil, yoklamayı imzalamak için ön veya arka sırada oturan arkadaş kalemimi aldığında tansiyonum yükseliyor engel olamıyorum. Arkadaşım; o lanet olası imzanı at ve kalemi geri ver. Kendi sırana bırakma. İsteyemiyorum da sonra "ne kıymetli kalemin varmış" deme diye. Anlatamazsın sonra üstelik, "bu işin kıymetle alakası yok tahmin ettiğinden çok daha fazlası var" diyemezsin. O yüzden ver şu kalemi ki kaybolmasın. Ders bitince aramayayım bir daha kalemi. 

Ne kadar dolmuşum ben bu kalem konusunda. Ben hayatıma girmiş bütün kalemler için ağlamaya gidiyorum. "Ne kalemmiş arkadaş" demeyin. Sizin gördüğünüzden çok daha fazlası o küçük şeyler. Siz düşünün bu dediklerimi biraz. Kaleminizi vermeyin kimseye. Hediye olarak götürmeyin kimseye. Onlarında bir kalbi olduğunu düşünün. Verdiğiniz kişi sizin kadar iyi bakacak mı ona acaba? Kalbini kırarsa gönlünü alabilir mi tekrar? Kırık kalpli kalemleri düşünün ara sıra. Bu blogun adı neden KIRIK KALEMLER konuldu sanıyorsunuz? Düşündüğünüzden çok daha derin bir anlamı var o başlığın. Çocukluktan kalma travmalar yatıyor o iki kelimede. O zaman yazılan her yazı KIRIK KALEMler adınaaaaaaa!!! 

NOT:Son paragraf çok duygusal oldu halbuki ben eğlenceli bir yazı olsun istemiştim :)))

Çalışma Programına Uymak Sanattır

Şu ilkokulda falan yapılan ders programları vardır hatırlarsınız hepiniz. Eminim hemen herkes en az birkaç kere denemiştir. Hatta aralarınızdan bazıları şartları zorlayıp lisede okurkende yapmıştır bu işi. Üniversite yıllarında hiç rastlamadım, mümkünsede "program yaptım ona göre çalışıyorum" diye cebinden bir adet itinayla hazırlanmış çizelge çıkaran herhangi bir elemanla karşılaşmak dahi istemiyorum. Uyanma saati dahi yazar ya o kağıtta hemde tatil günü hiç anlamam işte onu. Kahvaltı süresi vardır mesela. Yarım saatten fazla sürmez. Babanın evde kahvaltı yaptığı tek gün pazardır ve bütün aile bunun sonuna kadar tadını çıkarmak ister. Çeşit sayısı itinayla arttırılmış, menüye ekstralar eklenmiştir ve bütün aile mükemmel bir pazar sabahına hazırdır. Ama siz katılamazsınız buna. Ne saatiniz uyar, ne de sürecin uzunluğu. Program yaptınız ya o açıdan. Yoksa kaçar mı hiç?

Gelelim hazırlanma sürecine. Öncelikle çizelge yapılır ve saatler koyulur. Birde hemen her gün benzer aktiviteler için aynı saatler seçilir. Öksürük şurubu içer gibi her gün aynı saatte ders çalışan insanlarız biz. Aktiviteler eklenir ve özellikle mola sürelerinin kısa olmasına dikkat edilir. Cumartesi ve Pazar günleri dahil her gün mutlaka ders çalışma saati vardır. Tatil yapmak ister insan ama izin yok, böyle şeylere izin yok. Program güzelce hazırlanır şöyle bir incelenir ve hevesle ebeveynlere gösterilir ilk geceden. Onlar bakar, sizi pek sallamayan bir tavırla "hadi bakalım inşallah" ve türevi tepkilerle karşılık verirler. Sizin cevabınız bellidir tabi: "Bu sefer uyacağım oğlum bu programa". Bu sözü içinizden söylemeniz kuvvetle muhtemel ve olası elbette. Anneye, babaya oğlum denir mi lan? Sonra program götürülüp, ders çalışılan yerden rahatlıkla görülebilecek bir noktaya itina ile asılır veya yapıştırılır. 

İlk gün her şey mükemmeldir. Bir sokak arkadaşınız kapıya gelir, sizi dışarıya çağırır ve sizin tepkiniz "program yaptım, ders çalışıyorum daha yirmi yedi dakikam var" demek olur. Eleman çaresizce arkasını döner ve gider. Kapı kapanmıştır yüzüne ve siz ders çalışırken o top oynadığı için, içten içe imrenir size. İkinci gün ise hafiften kolpa başlar. Yirmi dakika kadar geç uyanırsınız ve bu durum ister istemez programı ileri doğru kaydırır. Üçüncü gün ise yavaştan kopmalar başlar. Mola esnasında televizyonu açarsınız ve bir bakarsınız "Bugs Bunny". Muhtemelen en sevdiğiniz çizgi filmdir ve tabiki bitmeden başından kalkmayacaksınız. Dördüncü gün ise şöyle bir programa bakarsınız, ardından biraz zorlama ile derse oturursunuz. Ders çalışma süreleri, gözle görülebilecek düzeyde kısalmıştır tabi. Beşinci gün ise o dışarda top oynayan malum arkadaş tekrar kapınızı çalar ve ne tesadüftür ki kapıyı açan hep siz olursunuz. Sizi dışarı çağırır. Ondan sonra yaptığınız program, onu yaparken gösterdiğiniz çaba, Bugs Bunny, dışarda top oynadığınız dakikalarınız (muhtemelen süper bir gol attığınız anınız canlanır aklınızda) ve ders kitapları bir film şeridi gibi geçer gözlerinizin önünden. Bütün bu düşünme süresi iki saniye falan tabi. Sonra bir an durursunuz ve kendi kendinize "bu dünyanın aq" dersiniz. Ayakkabıları giyip dışarı çıkma ve programında yalan olma vakti gelmiştir. Ertesi gün ise o kadar çaba gösterdiğiniz programı yırtıp atmanız hiç koymaz size emin olun.

İlköğretimdeyken, şimdi kaçıncı sınıf hatırlamıyorum, "İş Eğitimi" isimli bir dersimiz vardı ve Ayşe Hoca verirdi dersi. Mükemmel bir insandı ve üzerimde yarattığı etki epey büyüktü. Hala hatırlarım mesela Ayşe Hoca'ya dair bir çok anımı. Ayşe Hoca'nın rehberlik hocasıyla arası çok iyiydi ve bir gün derse getirdi. Bir süre muhabbet ettik ve ardından rehberlik hocası bizim işin bir program yapmaya başladı tahtaya geçip. Hiç unutmadığım bir ayrıntı ise, cumartesi gününe ait 4-5 saatlik bir boşluktu. Çizelgede kendini oldukça belli eden bir boşluk. Sıra cumartesi gününü doldurmaya geldiğinde ben böyle ufaktan bir heyecanlandım ve sıra o boşluğa geldiğinde, hoca oraya büyük harflerle "ÖDÜL" yazmıştı. Bizde bir yandan bütün sınıf deftere geçiriyoruz tabi bu programı hevesle. Çok etkilenmiştim. Hayatımda gördüğüm en dikkat çekici ders programı ayrıntısıydı. Uzman kadın tabi, yaptığı program seninkine benimkine benezeyecek değil ya. Onca yıl eğitim almış abi kolay mı? Neyse hazırlama süreci bitti sıra geldi ödül kısmını açıklamaya. Kısaca dediği şuydu: Bu programı hafta boyunca kusursuz uygularsak, ödül kısmını istediğimiz gibi doldurabilirmişiz. Gezin, tozun, televizyon izleyin, sinemaya gidin... Hepsi için izin var dedi. Bunu duyunca benim dünyam g.tüme girdi tabi. Bende bekliyorumki hoca bizi alıp pikniğe falan götürecek, hediye falan alacak vs. Çok heveslenmiştim yalan değil. Beni hayatımda en çok heyecanlandıran ders programıydı. 

Ders programı nedir be yav. İşin garibi bunun çok yararlı olduğunu söyleyen insanlar çoktur etrafta. Uygulayan kaç kişi gördülerse artık emindirler yani sonucun mükemmel olacağına. Hele anneniz, babanız falan anlata anlata bitiremez komşu çocuklarının nasıl programlı çalıştıklarını. Haftaiçi televizyon izlememek falan bir sanattır onlar için. İnsan hayatının hangi noktasını ne kadar programlayabilir ki sabahtan akşama kadar yaşama şeklini belli saatlere sığdırabilsin. Yoksa siz hala programlı çalışmanın ve yaşamanın çok faydalı olduğuna inananlardan mısınız? Hadi bi defolun ya...

Anı Yakalayın

Liseye gittiğim yıllardı. Böyle standart her insanın kayışları koparma dönemi olur ya hani tam o aralar işte. Kenan İmirzalıoğlu'na falan özenilen yıllardan bahsediyorum. Şapka hariç kıyafet olayına pek takılmam ama dönem dönem belli şeylere ilgi duymuşumdur bende. O dönemler palto giymeye özeniyorum. Şu yakasını kaldırdığın zamanlar kendini dünyanın en karizmatik erkeği zannettiğin tiplerde olanlardan ama. Babam muhalefet her zaman olduğu gibi. Bu yaşta palto da neymiş, hiç adamakıllı bir şeye özenmezsin zaten nidaları... Neyse aradan zaman geçti, ben ikna ettim babamı tuttum elinden götürdüm mağazalara bakmaya. Bakıyoruz ama kolpadan. Babam bakıp yok güzel değil, çok pahalı, üstüne iyi durmadı falan diyor sürekli. En son girdik bir mağazaya. Bir palto var ama bana dikilmiş sanki. Aradığım şeyi birisi eliyle alıp, bu çocuk bugün gelecek diye koymuş sanki oraya. Rengi, tarzı, her şeyiyle benim işte. Ben hevesle koşup gittim. Son bir beden kalmış ellerinde. O son kalanın bedeni bana olmaz mı? Olur tabi. Dedim ya palto benim yani benim için bırakmış biri onu oraya. Giydim üstüme, geçtim aynanın karşısına, baktıkça bakıyorum kendime. Sağa dönüyorum, sola dönüyorum, yürüyorum falan... Nasıl bakarsan bak dünyanın en karizmatik, en yakışıklı adamıyım. Babama bir döndüm ki ne göreyim. Öyle güzel bir tebessüm var ki suratında, babamın o yüz ifadesini senelerce durduğum yerde izleyebilirdim. Ne oldu diye sordum haliyle. Hiç sadece aklıma bir şey geldi dedi. Israrla gittim üstüne ama cevap vermedi. Paltonun yakasında dikişle alakalı bir problem vardı ve oldukça pahalıydı. Nitekim almadık paltoyu. Sadece benim gençlik hevesim adına defolu bir paltoya para veremezdik. Hiç ısrar etmedim. Öyle bir an yakalamıştım ki babamın yüzüne bakarken, bana gani gani yetmişti. O tebessüm her şeye değmişti. Bazen soruyorum o gün ne oldu ne hatırladın diye ama hatırlayamıyor bir türlü "PEDER BEY". Belki hatırlıyordur ama cevap vermeyi reddediyordur kim bilir. Ben o gün anladım ki hayat bazen sadece küçücük bir gülümsemeyi her şeye değişecek kadar güzel bir şey. Ailenizle ve dostlarınızla böyle şeyler yaşayabilmişseniz şanslısınız diye düşünüyorum. Yaşama dair bu tip anıları yakalayın ve unutmayın. Emin olun hatırlamak isteyeceğiniz çok fazla güzel anınız var.