2 Şubat 2020 Pazar

Kobe Bryant

Yıllardır, filmlerle ve kitaplarla ilgili yorumlarımı yazdığım bir blogum var benim. Son düzlükte Netflix'teki Iverson belgeselini izledikten sonra koşarak bir şeyler yazmak istemiştim ve Iverson'dan uzun uzun bahsederken Kobe'nin benim için ne anlama geldiğine de değinmiştim. İlgili yazıma bu linke tıklayarak ulaşabilirsiniz. Benim de pek çok çocuk gibi bir çocukluk kahramanım var ve elbette bu hikâyenin bir de başlangıcı var. Bu ülkenin çocukları için basketbolda hayal gücü Mirsad Türkcan'ın NBA'e girmesiyle evrilmiştir. Michael Jordan ile başlayan NBA'in evrenselleşme politikası, 1996 draftından NBA'e giriş yapan Kobe ve Iverson ile zirve yapmıştı. İzleyip görebilmek, hayal edebilmek için önemliydi ve Mirsad Türkcan ile beraber NBA maçları da naklen yayın olarak ülkemizde boy göstermeye başlamıştı. Henüz on yaşına gelmemiş, hayalleri dünyadan büyük bir çocukken ben de o basketbol topunun peşindeydim. Gece uyanıp NBA maçlarını izlememe izin vermek için babamın ve annemin anlayış katsayısı pek de yüksek değildi. Benim tutkum ikna etmeye yeterli değildi belki de bilmiyorum. Ve bir gece, bir NBA maçını izlemek için gizlice uyandım. Antreman sahasında, takımdaki arkadaşlar bir gece önceki maçın sohbetini yaparken uzak kalmak koyuyordu. On bir yaşındaki bir çocuk için ağır bir travmaydı. Tarih yaprakları 14 Haziran 2000 tarihini gösterdiği zaman o yıl ki NBA Final Serisi dördüncü maçı oynanıyordu. Sadece adını duyduğum ve ertesi gün gazetelerin spor sayfalarında fotoğraflarını gördüğüm Shaquille O'neal, Kobe Bryant, Reggie Miller gibi oyuncuları sahada görme zamanıydı. Lakers, Shaq'ın tartışmasız MVP olduğu normal sezonun ardından final serisinde Indiana Pacers ile oynuyordu. Seride 2-1 öndeydiler ve serinin kırılma maçı uzatmaya gitmişti. Michael Jordan'ın mirası henüz paylaşılmamışken dönemin oyuncuları için zirvede Shaq vardı. Dönemin ele avuca sığmaz gençlerinden Kobe ile ligin en ölümcül ikilisi olmuşlardı. Uzatma dakikalarına giden maçta Kobe sakat bileği ile sahadayken, bitime 2:33 kala Shaq'ın faul limitini doldurup kenara gelmesiyle ibre tamamen Pacers'a dönmüştü. Tam o anda, ligin efsanelerinden birine dönüşecek Kobe'nin ilk gerçek kahramanlığını izleyeceğimizden habersizdik. Pacers, iki pozisyon üst üste Shaq'tan kurtulan pivotu Rik Smits'e topu indirmiş, o da rahatlıkla sayıları takımının hanesine yazdırmıştı. Buna karşılık Kobe de müthiş bir öz güvenle iki pozisyon üst üste üç sayı çizgisinin üstüne basarak rakibinin üstünden çıkardığı şutlarla sayıyı buluyor ve Pacers'a bu fırsatı vermiyordu. Elleriyle ve mimikleriyle yaptığı "Sakin olun, ben buradayım!" hareketi ise çok şey anlatıyordu. Nitekim son pozisyonda kaçan şutu pota altında tipleyerek uzatmalardaki sekizinci sayısını atmış ve maçı kazanarak final serisini bir anlamda takımına kazandırmıştı. O gün eğer, girilebilecek bir Twitter ve Instagram olsaydı, hakkında uzun uzun methiyeler düzer, kısa aralıklarla Kobe'den bahseden hikâyeler paylaşırdım. İşte benim hayranlığım, bir başka deyişle topu potaya atarken "Kobeeee!" diye haykırışım tam olarak o gün başladı. Ertesi gün doğum günümdü ve on birinci yaşımı tamamlayacaktım. Bugün ise neredeyse otuz bir yaşındayım ve yirmi yıldır yeryüzüne gelmiş ya da geçmiş hiçbir insana bu kadar büyük hayranlık duymadım. 

Çocukluk kahramanım diyebileceği bir figüre sahip olan herkesin hemfikir olduğu konu şudur ki: eğer o kahramanlar bizim gibi etten, kemikten bir insansa günün birinde onların öleceğine asla ihtimal vermezsiniz. Sanki öyle bir zaman gelecektir ki sessiz, sedasız, kimsenin haberi olmadan yıldızlara yükseleceklerdir. İşte benim gibi insanlar için de trajedi tam olarak burada başlıyor. Çocukluk kahramanınız bir helikopter kazasında ölemez, bu olamaz, buna inanmak için çok fazla şeye ihtiyacım vardı. Haberler ilk düşmeye başladığında Twitter'da Amerikan medya kuruluşlarının hesaplarını gezerken bunun yalan bir haberden ibaret olmasını ne kadar çok istediğimi anlatamıyorum bile. Ben pek ağlamam, yani her insan gibi beni ağlatacak anlarım olur elbet ama en son ne zaman ağladığımı hatırlamıyorum bile. O gece bir ara, dört kızının birden aynı helikopterde olduğu haberini okuduğum zaman ise kendimi tutamadığımı itiraf etmeliyim. Binlerce kilometre, kıtalarca ve okyanuslarca uzaktaki, hiç görmediği, tanımadığı, dokunamadığı biri için ağlar mı insan? Ağladım. Çünkü ben büyürken hep Kobe vardı, emekliliğini açıkladığında artık çocuk olmadığımı hissetmiştim. Öldüğünde ise sanki benim çocukluğum da kahramanıyla birlikte ölmüştü. 

Hayatıyla ve basketbol kariyeriyle ilgili gerekli gereksiz pek çok detayı biliyorum. Vanessa ile evlenmesini istemedikleri için ailesiyle arasının açık olduğunu(ki nikah törenine katılmadılar), bu sürecin ilk kızı doğana kadar sürdüğünü, annesinin yediğinde çok beğendiği Kobe usulü biftekten ötürü ona bu adı verdiğini, sonradan değişse de NBA'de forma giyen en genç oyuncu olduğunu, en sevdiği çizgi film karakterini... Ama burada nasıl biri olduğunu anlatmak istediğime emin değilim. Günlerdir uzun uzun kariyerinin ve hayatının bütün kilometre taşlarını birlikte okuduk ve izledik. Ben daha çok, benim için ne ifade ettiğini anlatmayı istiyorum. Kelimelerin gücü buna yetebilir mi emin değilim ama kelimelerimin gücü buna yetmeyecektir şüphesiz. 

Onun hayatını üç dönemde değerlendirdim hep. İlki, kendini anlatmaya ve tanımaya çalıştığı, aynı zamanda egosunun tırmandığı ilk dönem. Daha on üç yaşındayken tüm zamanların en büyük basketbolcusu olmayı kendisine hedef koyan ve bunu başarmak için her şeyi yapmış bir çocuk. Sonraki döneminde o egonun sonuçlarını dünyaya sunduğu dönemdir ki 81 sayı atıp sezon ortalamasında 35 sayının üzerinde oynadığı zamanlardır. Olgunluk çağını seyretmekse bambaşka bir keyifti. İmtiyazlı geçmişinden ötürü saygı görmeyeceğini düşünerek hırçınlığa başvuran, oyunu kazanmak için sadece sayı atmak zorunda olduğu mental egosunu geride bırakan ve "Black Mamba"ya dönüştüğü bu olgunluk döneminde, dünyanın gördüğü gelmiş geçmiş en büyük oyunculardan biri olmasının yanında artık bir rol modele dönüşmüştü. Saha içinde ve dışında yaptıkları, basketbol dışında da elde ettiği başarılarla birlikte neden bir basketbolcudan çok daha fazlası olduğunu görmek inanılmazdı. Aşili koptuğu zaman ayakta bile duramaması gerekirken çizgiye gelip iki serbest atışı kullanan adam oydu işte. O ve onun "Mamba Mentality"si onu takip eden milyonlarca insana çok şey öğütlüyordu. Bu hayatta üç şeyi çok sevdim: Kitaplar, filmler ve basketbol. Çocukluk kahramanım dediğim basketbol yıldızının yazdığı çocuk kitabının en çok satan kitaplar listesine girmesi ve Oscar kazanmış ilk ve tek NBA yıldızı olmasının bende yarattığı etkiyi hayal gücünüze bırakmak isterim. 

Yıllardır hep bir soru sordum kendime: "Kobe'ye bu kadar hayran olduğum için mi bu oyunu çok sevdim yoksa bu oyunu çok sevdiğim için mi bu adama bu kadar hayran oldum?" Anlatmak istediğim şeyi örneklemem gerekirse Michael Schumacher, F1'i bıraktıktan sonra bir tek yarış bile izlemedim. Beni o spora seyirci yapan şey tamamıyla bir adamın varlığıydı. Kobe'den önce de basketbol benim için vardı, onunla bir tutkuya dönüştü ve halen izlemesi benim için büyük keyif. Fakat şimdi fark ediyorum ki o bıraktığı günden bu yana tek bir NBA maçı izlemedim. İzlediğim son maç ise Kobe'nin Utah Jazz potasına tamı tamına 60 sayı bıraktığı son maçıydı. Gecenin diğer maçında Golden State Warriors 73. normal sezon galibiyetini alarak Michael Jordan'ın Chicago'sunun sahip olduğu 72 galibiyetlik rekorunu kırmak üzere parkeye çıkacaktı. Tarihin en büyük takımı olmak üzere sahaya çıkan Stephen Curry ve arkadaşları ilgiden çok uzaktı çünkü diğer tarafta Kobe'yi son kez izleyecektik. O maçı bitirebilmek için o gün işe geç kaldım. Açıkçası o an işten kovulsam bile umrumda değildi. Çok sevdiğim bir filmin çok sevdiğim bir repliğinde der ki "Bir erkek her şeyden vazgeçebilir fakat tutkularından vazgeçemez." Kobe'yi izlemek benim tutkumdu ve son maçını izlemekten vazgeçemezdim. Bütün bu beklentilere karşılık Kobe, kariyerinin en muazzam performanslarından birini sergilemiş, karşı potaya 60 sayı atarak bu rakama ulaşan en yaşlı oyuncu olmuş, maçı kazanmış ve mükemmel bir şovla yine tüm dünyanın spot ışıkları üstündeyken kariyerine "Mamba Out!" kelimeleriyle veda etmişti. 

Şüphesiz ki bir baba çocukları arasında bir ayrım yapamaz fakat Gigi'nin basketbol tutkusu ve onun kişisel gelişimiyle Kobe'nin birebir ilgilenmesinden ötürü Gigi çok göz önündeydi. Kobe'nin ölüm yolculuğunda Gigi'nin de yanında olması bu ölümü çok daha dramatikleştiren sebep şüphesiz. Helikopter düşerken babasına sarıldığını, ağladığını, çok korktuğunu, Kobe'nin ise kızına hiçbir şey olmayacağını, her şeyin düzeleceğini telkin ettiğini düşünmekten alamıyorum kendimi. Günlerdir fotoğraflarına bakıyorum, videolarını izliyorum ve duygularım boğazıma düğümleniyor.

Kobe'den bana geriye kalan ise saatlerce izlediğim kolaj videoları, onu okumak için aldığım bir sürü antika değerindeki dergi nüshası, kendisine Oscar kazandıran kısa animasyon filmi Dear Basketball, Didem'le lise sıralarında yaptığım "Kobe mi yoksa Iverson mı?" tartışmaları ve sonu gelmeyen bir sürü anıdır. Hiç görmediğin biriyle, bir anıyı paylaşabilmenin değeri ise kesinlikle bambaşka bir hikâye. Basketbolu bıraktığı gün Facebook'ta bir fotoğrafını paylaşmış ve altına "HEROES COME AND GO BUT LEGENDS ARE FOREVER"  yazmıştım. Şimdi ise "Mamba Out!" demekten alamıyorum kendimi. "Out!" derken ise bu kez geride bıraktığı maalesef ki dolu dolu yaşanmış bir NBA kariyeri değil, milyonlarca insana büyük bir yas ve aynı zamanda kocaman bir basketbol mirasıdır. Kobe de kızı Gigi de ışıklar içinde uyusunlar.