6 Aralık 2020 Pazar

Eksik

Bir baba ile bir erkek çocuğunun arasındaki mesafenin tamamıyla kapanması mümkün değildir. Ne kadar arkadaşça da büyüseniz, yanında içki ve sigara da içebilseniz, kız arkadaşlarınız da bahsetseniz mutlaka bir boşluk kalacaktır. Yanında bacak bacak üstüne atamazsın, para isteyemezsin, kapıyı vurmadan yanına giremezsin, koynuna girip uyuyamazsın... Bu asla kapanmayacak mesafeden ötürü bir erkek çocuğunun aklı erdikten sonra babasına, annesinden daha yakın olma ihtimali yoktur. Bu yüzdendir ki annesini kaybetmiş bir erkek çocuğu, yaşı kaç olursa olsun o günden sonra hep biraz eksiktir.

26 Haziran 2020 Cuma

Köşe Masa


İnsan rüyasında kendi öldüğü anı göremezmiş. Bunu duyduğum günden beri rüyalarımda ölmeye çalışıyorum. Çok denedim ama başaramadım. Bekir söylemişti bunu; yani insanın rüyasında kendi ölüm anını göremeyeceğini. Arada bir hayatla bağını koparır, bir şeylere kafayı takar ve üzerine uzun uzun düşünüp sorgulardı. O dönemde de ölüm üzerine çok düşünür olmuştu. İnsanların daha doğduğu gün ölmeye başladığını söylüyordu. Bunu bir yerlerden okumuştu ve belli ki etkilenmişti. Çok okurdu, iyi okurdu Bekir. Cümlelerin, pasajların altını çizer, notlar alır, kendi de bir şeyler yazar ve yazdıklarını ilgili sayfanın arasına koyardı. Kütüphanesine barındırdığı her parça, itina ile yeri seçilmiş, paylaşılamaz, ödünç verilemez birer hazineydi. Romanları da türlerine ve yazarlarına göre yerleştirirdi. En sevdikleri için ise en üst rafı ayırırdı. Bu raftakiler, beğeni sırasıyla soldan sağa doğru diziliydi. Ortak zevkimizdi kitaplar. Ben de her gittiğimde kütüphanesini tekrar incelerdim. O günlerde en üst rafta, soldan dördüncü sırada yeni bir kitap gördüm. Bu, Bekir’in o güne kadar okudukları içerisinde en sevdiği dördüncü kitap olduğu anlamına geliyordu. İlk üç sıranın yerinin sarsılmaz olduğunu bildiğim için dördüncü sıranın anlamı çok daha büyüktü. Biraz inceledikten sonra benim de ilgimi çekmişti. Kitaba ilişkin bir şeyler sorduğumda ise daha önce hiç yapmadığı bir şey yaptı ve kitaba ilişkin tek kelime etmedi. “Oku, üzerine sonra konuşuruz.” demekle yetinmişti. Aynı gün okudum kitabı, sonra bir daha ve bir daha. Yirmi gün içerisinde üç defa okumuştum. Ölüm türlerinden bahseden o kitap, ölüme kafayı takmış Bekir için kusursuz bir seçimdi. Belki yıllar önce okusa bu kadar etkili olmayacak, dördüncü sıraya yerleşemeyecekti. Ben de okuyup bitirdikten sonra üzerine konuştuk bittabi. Birbirinden çok uzak çıkarımlarımız yoktu ama Bekir’in son dönemdeki ruh hâli beni korkuttuğu için her şeyi daha farklı anlattım ona. Bünyesi zayıftı Bekir’in. Hem duygusal hem de bedensel olarak. Rüzgâr esse hasta olur, hastalığı gözünde büyütür, kaderci olmasına rağmen ölümden de korkardı. Ölümden, ölüm gibi korkan adamın ölüme bu kadar takmış olması garip miydi? Garip olan, takmaktan fazlasını yapmaya yaklaşıyor olmasıydı.
Biz dört kişiydik: Bekir, Mustafa, Halil ve ben. Bekir’le lise döneminden arkadaştık. Mustafa ve Halil’le de üniversite yıllarında tanışmıştık.  Sürekli takıldığımız bir barın en uç köşesinde bulunan ve adisyonda adı “köşe masa” olarak geçen bir masa bir araya getirmişti bizi. Senelerce aynı bara gidip aynı masaya oturduk. Onlarca insan gelip geçti bu masadan ve sonunda biz dördümüz kalmıştık. Halil, anne ve babası avukat olan, hukukçu bir ailenin yine hukuk okumuş, başı beladan kurtulmamış, ailesinden kaçmak için şehir dışında okumayı ve çalışmayı tercih etmiş ama en önemlisi bir proje çocuk olarak yetiştirilecekken bunu elinin tersiyle itmişti. Ailesi ile seyahate çıktığı bir dönemde, yol kenarında konaklayan çingeneleri görüp arabadan inmek ve yanlarına giderek bir ay boyunca onlarla birlikte yaşamak gibi akıl almaz deneyimleri vardı. Mustafa’nın babası zengindi. Bir aile şirketleri vardı. Kız kardeşi ve kendisi günün birinde bu şirketin başına geçmek için yetiştirilmişti. Yurt dışında geçen yaz tatilleri, on sekizinci yaşını doldurup üniversiteye girmesiyle babası tarafından hediye edilmiş son model bir araba gibi lüksleri olmuştu gençlik yıllarında. Masanın müdavimlerinden olan Cansu’nun sevgilisiydi. Birlikte oldukları dönem tanışmıştık. İlişkileri bittikten sonra Cansu ile kopmuş ama Mustafa ile görüşmeye devam etmiştik. Bekir ve ben ise orta gelirli ailelerin çocuklarıydık. Bekir’in kafası siyasete fazla çalışırdı. Ben ise apolitiktim. Dünyada uğraşılacak bu kadar güzellik varken neden siyasetle ilgilenir insanlar anlayamadım hiç. Beni bu konuların içine çekmeye çok çalışmış ama başaramamıştı. Ortak bir dil bulamadığımız tek konu da siyaset olarak kaldı. Hayatımızdan geçip giden insanlardan sonra sadece dördümüzün kaldığı Köşe Masa’nın gündemini de genellikle Bekir belirlerdi. Anlatacağı, üzerine tartışmak isteyeceği bir şeyler hep vardı. Aşk, futbol, kader, yaşam, ölüm, din, bireysellik, toplumsallık, felsefe, sosyoloji, psikoloji… Tartışmalar bazen teatral bir hâle dönüşürdü. Ölü Ozanlar Derneği’ndeki kadar çarpıcı sahneler olmasa bile tartışmanın heyecanıyla etraftaki masaların dikkatini çekip aşırı gürültüden uyarıldığımız çok olmuştu. Yıllar sonra anlatılabilecek güzel anılardı bunlar. Mustafa’nın yorumlarını çoğunlukla sevmez ve ciddiye almazdı. Çünkü Bekir’e göre ekonomik anlamda Mustafa kadar rahat yaşamış bir adamın derin düşünmesi beklenemezdi. Hayattaki her şey bir kırılma noktasıyla anlam kazanır ve var olurdu. Mustafa düz bir çizgide yaşamıştı hep ve yeterince acı çekmediği için yapacağı yorumlar da düzdü Bekir’e göre. Halil ise sonuca yönelik konuşurdu. Bildiği konular hakkında sonuna kadar her detayı anlatmak, bilmediği konular hakkında ise fikir beyan etmemek ve her anlatılanı dikkatle dinlemek gibi takdir edilesi bir özelliği vardı. Bekir’le ters düştüğü konularda en çok parlayan da Halil olurdu. O yüzdendir ki en sert tartışmalar da bu ikili arasında yaşanırdı. Bir keresinde bu tartışmalardan biri öyle bir noktaya gelmişti ki Halil masadan kalkıp gitmiş neyse ki tatsızlık uzun sürmemişti. Sohbetlerde en çok medet umduğu kişi ise bendim. Anlatılanları sabırla dinler, bazen not alır, en sonunda olumlu veya olumsuz düşüncelerimi anlatırdım. Sabrımı, ciddiyetimi, kurduğum cümleleri çok severdi. Hayatı boyunca kimsenin söylediklerini de benim söylediklerim kadar ciddiye almadı. Gündemin ölüm olduğu o günlerde, buluşmalar her zamankinden daha uzun sürüyordu. Masada sohbetler hiçbir konu hakkında olmadığı kadar uzuyor, tartışmalar büyüyor, sesler hiç olmadığı kadar yükseliyordu. Her erkek gibi biz de haklılığımızı ispat etmek için sesimizi yükseltmenin işe yarayacağını düşünüyorduk. Gözden kaçırdığımız nokta ise Bekir’in beklentisi bu kez tartışmaktan, konuşmaktan fazlasıydı. Ölmek istiyordu ve bunların hiçbirinin boşlukta kalmaması adına bir hazırlık sürecindeydi. Bu senaryonun kusursuz olması için altını doldurması ve anlamlandırması gerekiyordu. Genç yaşta ölen yazarları anlatır olmuştu sık sık. “Başka sebeplerden öldüğünü anlattılar bize ama aslında hepsi ölüm düşüncesinden öldü.” demişti. En çok dikkatimi çeken kısım da buydu. Ölüm düşüncesi değiştirmişti onu. Kitaplar okuyor, filmler izliyor, hikâyeler araştırıyordu. Durmaya niyeti yoktu.
Yıllar önce bir gün, Köşe Masa’da, Bekir, Cansu ve ben oturuyorduk. Mustafa ve Halil’le henüz tanışmadığımız yıllardı. O günkü gündem, birbirimiz hakkında düşüncelerimizi söylemekti. Birbirimizin sevmediğimiz yanları, karakter özellikleri, hayattan beklentilerin gerçekleşme olasılığı, birbirimize söylediğimiz yalanlar gibi uzayıp giden bir listeyi konuşmuştuk. Bekir’in, benim ve muhtemelen Cansu’nun da çok keyif aldığı günlerden biri olmuştu. Bugünlerde buna “kaliteli zaman geçirmek” deniyor. Cansu, gecenin sonunda, geri kalan bütün hayatımız için bize aydınlatma yaşatacak bir şey söyledi. “Sizin ikinizin ortak bir özelliği var: Bir hikâyeniz olsun istiyorsunuz.” İtiraf etmeliyim ki çok çarpıcı bir tespitti. Eğer yirmili yaşlarınızın başındaysanız, özgüven konusunda bir sıkıntı yaşamıyorsanız ve dostlarınızı da iyi tanıdığınızı düşünüyorsanız, bir arkadaşınızın sizinle ilgili tespitlerini anlattığı bir konuşmada karşınıza geçip “Bir hikâyeniz olsun istiyorsunuz.” demesini beklemezsiniz. Cansu’nun bahsettiği o hikâyeyi yaşamak için çabalamaya başlasaydık bir anlamı olmaz ve yarıda kalırdı her şey. Ortada bir durum vardı ve o sadece adını koymuştu.
Yirmili yaşların ortasını henüz geçtiğimiz zamanlarda hayatımız şekillenmeye başlamıştı. İş sahibi olmuş, evlenmeye başlamıştık. Mustafa, babasının veliahtı olarak tahta geçmişti. Uzatmalı nişanlısı ile de evlilik arifesindeydi. Cansu’dan ayrıldıktan kısa bir süre sonra Aslı ile tanışmıştı. Aslı, bize hep mesafeliydi. Evliliğe gittikleri bu yolda, o imza atıldıktan sonra Mustafa’nın eskisi kadar yanımızda olamayacağına hepimiz emindik. Mustafa da biliyordu ama dile getirilmiyordu hiç. Evlendikleri andan itibaren de düşüncelerimizle ilgili bir sürpriz yaşamamıştık. Mustafa’nın bizden ayrılması çok uzun sürmemişti. Nadiren -o da vicdanını rahatlatmak için- aramıza katılıyordu artık. Halil’in ne yaptığı pek belli değildi. Bir noktada avukatlık yapmaya başlayacaktı ama ekonomik kaygısı olmadığı için acelesi yoktu, henüz hayatını yaşama aşamasındaydı. Evlilik kurumuna, aramızda en uzak isim de Halil’di. Sık sık gündeme gelir olmuştu bu konu ve hepimizin hemfikir olduğu konu Halil’in evlenmek için en iyi ihtimalle otuzlu yaşlarının ortasını bekleyeceği yönündeydi. Ben memur olmuştum. İş garantisi, yüksek maaş, izin kullanma rahatlığı, iş durumuna bağlı olarak değişmeyen ruh hâli… Kısacası içinde gelgitlere yer olmayan bir iş yaşamı istemiştim. İstediğimi de almıştım, fazlasında gözüm yoktu. Kendime uygun bir kadınla tanıştığım zaman da evlenmek için fazla beklemeyecektim. Bekir’in durumu ise biraz karışıktı. Mesai saatlerine, belli bir sisteme ve sabit maaşa bağlı olarak çalışmak istememişti hiç. Rus Dili ve Edebiyatı okumuştu Bekir. Öğrencilik yıllarında, harçlığını çıkarmak için, Rusça bilgisini kullanarak mihmandarlık yapardı. Uluslararası bir toplantı için Türkiye’ye gelen bir Rus diplomatın mihmandarlığını yaptığı sırada, söz konusu diplomat ile bir arkadaşlık ilişkisi kurmuştu. Adam edebiyata ilgiliydi ve Bekir’le yaptıkları sohbetler Dostoyevski, Gogol, Tolstoy’a kadar uzanınca Bekir’i çok sevmişti. Devam eden süreçte diplomat Türkiye’ye sık sık gelmeye başlamış ve mihmandar olarak Bekir’i talep etmişti. Bu, Bekir’i alternatifsiz kılan bir durumdu ve öğrencilik yılları için, ayda sadece birkaç gün çalışarak kusursuz bir gelir elde ediyordu. Diplomatın yoğun övgüsü sebebiyle kendisi dışında Türkiye’ye gelecek olan Rus diplomatlar arasında da ufak çapta bir ün edinince Bekir için hayat çok farklı bir yere evrildi. Rusya’ya davet edilmiş ve mezun olmadan önce bir süre orada yaşama şansı da bulmuştu. Mezun olduktan sonra da bu işe devam etti. Hayalini kurduğu hayat hemen hemen böyle bir şeydi. Bir sisteme, şirkete, patrona, kişilere bağlı olmadan sadece müsait olduğu zamanlarda çalışıyor ve fena da kazanmıyordu. Ailesi bu durumdan memnun değildi ama Bekir’in de çok umurunda değildi. Evdekilerin gönlü olsun diye sabit maaşlı bir işe sahip olmak yerine onlarla her gün bunun kavgasını yapmayı tercih ediyordu. Fakat bu kavgalar içten içe yormuştu onu. Eve geç gitmeler, kimse uyanmadan evden çıkmalar, tüm hafta sonunu dışarıda geçirmeler gibi davranışlarıyla başlayan süreç, kendi hayatını bulandırmaya başlamasıyla devam etti. Nerede akşam orada sabah, alkol, kısa süre devam etmiş olsa da uyuşturucu… Bunlar çok önemli değildi. Günün sonunda dönüp dolaşıp yine eve geliyordu. Bir araba aldı sonraları. Kimseye haber vermeden atlayıp bir yerlere gidiyordu. Çoğu zaman başka bir şehirden “İyiyim, merak etmeyin!” diye bir haber geliyordu. Günlerce, bazen haftalarca süren yok olmalardı bunlar. O yolculukların birinde gece yarısı önünde seyreden araba bir anda yoldan çıkıp takla atmıştı. Bekir’den başka da gören olmamıştı kazayı. Hemen yardıma koşmuş ve takla atan arabanın içinde tek başına bir kadın olduğunu görmüştü. Vücudundan kanlar süzülüyordu. Hemen ambulansa haber vermişti Bekir. Kadın hemen hastaneye kaldırılmış ve yanında kimse olmadığı için bütün bu süre boyunca refakatçisi Bekir olmuştu. Önemli bir şeyi yoktu neyse ki ama o ıssız vakitte Bekir’in orada olması yine de büyük şanstı. Kadınlar “Kahramanım!” psikolojisi ile böyle durumlara kayıtsız kalamaz ama bu hikâyede kayıtsız kalamayan taraf Bekir olmuştu. Üniversitedeki büyük aşkı Sedef’in başka bir şehre taşınmasıyla ayrılmışlar ve Bekir de kalbinin bütün kapılarını dünyadaki bütün kadınlara kapatmıştı. Kaza yapan kadının adı Bilge’ydi. Bekir’in kaçış seanslarından birini yaşadığı o gece, Bilge de tek başına tatile çıkıyordu. Babası yıllar önce terk etmişti Bilge ve annesini. Annesi de kızıyla çok ilgili sayılmazdı. Bilge, belli bir yaşa geldikten sonra tek başına bir hayat kurmuştu kendine. Bekir’in, kendi hayatını bulandırdığı o dönemde ancak yeni bir heyecan onu kendine getirebilirdi ve bu heyecan Bilge’ydi. Cansu’nun yıllar önce bahsettiği hikâyenin bir parçasını bulmuştu. Şehirlerarası, ıssız bir yolda, hemen önünde takla atan bir araba ve o arabadan Bekir sayesinde kurtulmuş tek başına bir kadın. Gerçekten güzel hikâyeydi.
Çok geçmeden evlendiler. O sarsak, bunalımlı hayatından çıkmıştı. Düğün geceleri için bir kamera kaydı hazırlamıştı. Kameranın karşısına geçip “Herkes benim seni kurtardığımı zannediyor ama ben seni değil sen beni kurtardın.” demişti ve bunu herkesin bilmesini sağlamıştı. O konuşmayı izlemek, yaşanması gereken bir tecrübeydi. Herkesin tüyleri diken diken olmuş, kaydı izleyen pek çok kişinin gözleri dolmuştu. Evleneceği kadına sevgisini anlatmanın, bunu bütün dünyaya anlatmanın ve Bilge’yi onurlandırmanın kusursuz bir yoluydu. Bilge’yle uzun ve mutlu bir yaşam hayal etti. Birlikte eğleniyor, seyahat ediyor, resim bile yapıyorlardı. Beş senelik bir sınır koymuşlardı kendilerine. Beş sene çocuk yapmayacak, bu süreyi olabildiğince çok seyahatle geçirecek, birlikte dünyadan bütün heveslerini alacaklardı. Fakat bunların hiçbirinin asla gerçek olmayacağı birkaç sene içerisinde belli oldu. Aslı için bir öngörümüz vardı. Evlendikten sonra Mustafa’yı sosyal hayatından soyutlayacak,  sadece kendisine bağımlı bir adam hâline getirecek, kendi mutsuzluğuna hapsedecekti. Haksız da çıkmamıştık. Yeni evli bir çift olmanın gereklerini yerine getirircesine aramıza katıldıkları birkaç görüşmeden sonra kopma başlamıştı. Sürpriz yoktu. Hepimiz bunu bekliyorduk. Ama Bilge için bunların kıyısından bile geçebilecek herhangi bir düşüncemiz yoktu. Evliliğe giden süreçte o da aramıza katılmış, sohbetlerimize eşlik etmiş, bizden biri olmuştu. Mutluluk vericiydi bu durum. Bunun anlamı şuydu: Bekir bizimle kalıyordu. Babam hep derdi ki “Ne kadar seversen sev, ne kadar mutlu olursan ol, ne kadar uyumlu olursan ol. Aynı evde yaşamaya başlamadan ne olacağını bilemezsin.” Bekir ve Bilge’nin evliliği bunun kanıtıydı. Bekir, evlendiklerinden yaklaşık iki ay sonra Köşe Masa’ya bir hışımla geldi. İlk birayı dört yudumda içti, ikincisini de öyle. Nefesi yetse tek yudumda bitirecekti ya… Sadece ikimiz vardık ve sabırla konuşmaya başlamasını bekledim. Üçüncü birası geldiğinde ben daha ilkini henüz yarılamıştım. Sonra döndü ve dedi ki “Bir kadın hiçbir şeyden mi mutlu olmaz?” Nasıl yani? Hiçbir şeyden mutlu olmamak ne demekti Bekir? “Evliliğin anlamı benim için…” diye başladı söze. Sonu pek iç açıcı olmayacaktı bu konuşmanın. “…önümüzdeki elli sene boyunca aynı kadınla aynı sabaha uyanmaya karar vermek demekti. Her sabah öfkeyle uyanmak, ona dokunmana, şefkat göstermene izin vermemesi, kahvaltıyı hazırlayıp onu öperek uyandırdığında sırtını dönüp rahat bırakmanı istemesi ve uyumaya devam etmesi… Kendi kendine kahvaltı yapmak zorunda kalmak ve senden sonra gelip kahvaltısını yaptığında sanki hiçbir şey olmamışçasına gidip kahvesini hazırlayıp getirdiğinde ve bunu da ‘Ruhum’ diye sunduğunda ‘İstemiyorum’ diye karşılığını almak.” Bekir, “Ruhum” derdi Bilge’ye. Ne büyük söz ve de ne kadar özel. “Yüzü bir an olsun gülmüyor. Hiçbir şeyden mutlu olmuyor. Gerilimden besleniyor. Bu kadar mutsuz olmaya, sürekli tartışmaya insanın gücü yeter mi?” O gün zamanla her şeyin düzeleceğini söyleyerek telkin etmiştim Bekir’i. Konuyla ilgili yapabileceklerimin bir sınırı vardı ve sonraki çabalar da bu evliliği kurtarmaya yetmemişti. Çok daha önceleri boşanmaları gerekiyordu aslında ama evli olan bir insana boşanması gerektiğini söyleyemezsiniz. Hiçbir zaman mutlu olmadığı baba evine dönmüştü. Yaşadığın evlerden, yaşadığın hayattan, kadınlardan ne çekmiştin be Bekir!
Halil, üniversiteye başladığından beri yalnız yaşıyordu. Bekir’in boşanma sürecinde de birlikte eve çıkmaları gündeme gelmişti ama yaşadıkları olağan bir tartışmadan sonra bir daha açılmamak üzere konu kapanmıştı. Alışkanlıklar kolay kolay değişmez. Halil’in de tek başına yaşama alışkanlığı değişecek türden değildi. Bilge’yle boşandıktan sonraki bir yıllık süreçte yine kilitledi bütün kapılarını. Tam bir sene sonra biriyle tanıştı ve yeni bir hayal kırıklığı yaşadı. Sonra bir diğeri ve bir diğeri daha… Evde de gerilim arttıkça artıyor, artık ailesiyle birlikte dört duvara sığmıyordu. Ayrı bir eve çıkmaya kesin olarak karar vermiş ve bunu ailesiyle paylaşmıştı en sonunda. Bu, çoktan yapılması gereken bir şeydi. Olay, ciddiye bindiğinde ise annesinin vetosuyla karşılaşınca başlamadan bitmişti bu macera. Erkek çocuklarının, anne bağımlılıkları kusursuz bir güçtür. En azından, bu topraklarda büyüyen bir erkek çocuğu için böyledir. Sonra bulantı günleri başladı tekrar. Alkol, uykusuzluk, kaçış… Düşüncelerine ölüm fikri de o dönem yerleşti. Buna anlam veremiyordum. Bekir gerçek bir acı yaşamamıştı. En basiti, bir ölüm görmemişti. Gerçek bir acıyla yüzleşmemiş biri ölüme nasıl olurdu da bu kadar yaklaşabilirdi? Aslında Halil bir şey söylemişti bununla ilgili: “Bu çocuk okuduğu her kitaptan, dinlediği her hikâyeden, şarkı sözlerinden melankoliyi alıyor kendine. Bu değiştirilebilir mi bilmiyorum ama aynı şeylerden çıkardığımız farklı sonuçları masanın üstüne koyup bakalım. Ben, kurallara ve mantığa uygunluğunu alıyorum. Tarık, felsefesini alıyor. Mustafa, işine geleni alıyor. Bekir ise melankoliyi ve dramı alıyor. Beni asıl korkutan şey ise bunları içinde biriktiriyor. Şu birkaç yılda saçları beyazladı iyice. Gamsız adamın saçları beyazlamaz, içinde biriktiriyor. Eceliyle ölen yazarlardan neden bahsetmiyor? Bahsettikleri hep intihar edenler, erken yaşta ölenler, faciayla ölenler…” Halil’in ne demek istediğini çok iyi anlamıştık o gün ama yorum yapamamıştık.
            Telefon çalıyor. Hattın diğer ucunda Halil var: “Bekir gitmiş. Seni almaya geliyorum.” Sanki dünyaya milyonlarca kez gelmişim gibi, en yakın arkadaşımla ilgili her gün böyle haberler alıyormuşum gibi, cevabından korkmadan sordum: “Nereye?” Halil benim kadar soğukkanlı değildi. Sesi titriyordu. “Bilmiyorum.”
Elimde, Bekir’den geriye kalan ve Halil’in bana teslim ettiği bir mektup vardı. İçinde ne olduğunu çok merak etmişti Halil ama verdiği sözü tutmak istiyordu. O sözü tutacağını bildiği için de Bekir onu seçmişti. Yine de ben okurken yanımda olmak istedi. Ben de müsaade ettim.


Tarık,
Halil’e, belli bir tarihte sahibine teslim edilmek üzere bir mektup yazarak bir avukata teslim edebilir miyim diye sordum. Anglosaksonların böyle bir âdetinin olduğunu ama bizim buralarda böyle şeylerin olmadığını söyledi. Ondan rica ettim, ne de olsa avukattı. İlk başta pek yanaşmadı ama, arkadaş işte, ikna ettim bir şekilde. Sadece bir kereye mahsus Anglosaksonlar gibi davranacaktı. Zor olmasa gerek diye düşündüm. Bu mektubu sana vermesini istediğim tarihte hâlâ gitmemiş olsaydım mektubu ondan geri isteyecektim. Her zaman olduğu gibi duygularını belli etmedi ama bence biraz tedirgin oldu. Söyle ona hakkını helal etsin.
Gördüğüm en iyi dostlardık. Senin canın bana, benimki de sana emanetti. Aynı dili konuşmamıza, aynı şeylerden hoşlanmamıza, birlikte tatile gittiğimizde en ufak bir tartışma yaşamadan geri dönebilmemize gerek yoktu. Canının birine emanet olması çok farklıydı. Ben hep bildim ki eğer bir gün bana bir şey olursa geride kalan her şeyime Tarık sahip çıkar. Bunları ardımdan omuzlarına bir yük bırakmak için söylemiyorum. Bunları dile getirmeme gerek olmadan senin bunları hissedeceğini zaten biliyorum. Anlatmak istediğim şey yaşadıklarımı anlatabileceğim yegâne insanın sen oluşudur. Arkamda bıraktığım bir emanet de yok zaten. Ne bir eş, ne bir evlat, ne bir para… Bu durumun da beni ayrıca rahatlattığını bilmeni isterim. Bizi bu kadar iyi dost yapan sebep ise Cansu’nun bahsettiği o hikâyeyi oldurabilme isteğiydi. Bizi bir arada tutan sebep buydu. Çok düşündüm, daha güçlü bir sebebi olamazdı. Bir hikâyemiz oldu mu peki; işte ona pek emin değilim. Eğer bu bir intihar mektubu olsaydı işte o zaman kusursuz bir hikâye olurdu.
Son dönemeçte beni yönlendirdiğin psikolog arkadaşınla ilgili durumları detaylıca bildiğini sanmıyorum. Aklımdakilerden kurtulmam için başarılı olabilir miydi; inan bilmiyorum. İlk görüşmemizde ona ne anlatırsam anlatayım sana asla bir şey söylemeyeceğine dair bir söz istedim. Psikologların etik ilkeleri gereği bu sözü vermek onun için zor olmadı. Bana sorarsan duygusal bir şeyler hissetti bana karşı. O yüzden terapiyi bırakıp başka birilerine yönlendirmek istedi. Ödüm kopar ya hani merak ettiğim bir şeyi de bilmeden öleceğim diye; işte o yüzden psikologların danışanları ile olan ilişkisini de biraz araştırdım. İntihara meyilli olan danışanlarla bir kontrat yapıldığını biliyor muydun? Danışanı bağlayıcı bir unsur olması ve psikoloğun kendini koruma ilkesi gibi sebeplerden ötürü yapılan bir kontratmış bu. Azrail ile kontrat yapmak gibi bir şey sanırım. Çok ilgimi çekmişti bu durum ama detaylarını öğrenmek istemedim. Yeni bir şey öğrenmeye de gücüm yoktu zaten.
Senin gerçek bir acı yaşamam gerektiğine yönelik sarsılmaz inancın doğru değildi. Herkes tek seferde ölmez. Ölmek için illa trafik kazası geçirmeye, kalp krizi geçirmeye, kanser olmaya gerek yoktur. Bazıları her gün ve her an küçük küçük ölür. Bir kuyuya bırakıldığını ve o kuyudan çıkmak için harcadığın bütün çabaya rağmen bir türlü çıkamadığını düşün. Çıkamadığın o kuyuya sürekli birilerinin gelip bir bardak su döktüğünü düşün bir de. Suyun seviyesi henüz ayak bileklerindeyken o kuyudan çıkmak için umudunu koruyor olursun. Bel hizana geldiği zaman tedirginlik başlar. Boyun hizana geldiğinde umudun iyice azalır ve küçük çırpınmalar başlar. Su seviyesi ağzını ve burnunu geçmeye başladığında ise tam anlamıyla çırpınmaya başlarsın ve nefes almakta zorlanırsın. Suyun seviyesi boy hizanı geçtiği zaman ise artık yapacak bir şeyin kalmamıştır. Nefes alamıyorsundur. İşte ben böyle öldüm. Ağır ağır, her gün biraz daha öldüm. O kitabı kütüphanemde gördüğünde su burun hizasını geçmişti. Nefes almak için parmak uçlarımla yukarı doğru sıçramalar yapmam ve çırpınmam gerekiyordu. Annemin, babamın, Bilge’nin ve tüm insanların bencillikleri, bencilliklerine bağlı kötülükleri ve bu kötülüklerin deldiği beynim ve ruhum bir bardak su olarak içinde bulunduğum kuyuya döküldü.
Hatırlar mısın çadır kampına gittiğimiz bir hafta sonu Mustafa’nın bir arkadaşı ailesiyle bize katılmıştı. Babalar eğlenirken anneler çocuklarıyla ilgileniyordu. Ama Mustafa’nın arkadaşı farklıydı. Neredeyse hiç yerinde oturmamış, huysuzluktan ortalığı yakıp yıkan küçük kızıyla ilgilenmiş ve karısına seslenmemişti bile. Bazı küçük detaylar çok şey anlatır. Düşünceli bir adamdı o ve en önemlisi bencil değildi. Çocuğuyla en az annesi kadar ilgilenmesi gerektiğinin farkındaydı, “Of!” bile dememişti. Karısını seviyor olmalıydı ama asıl konu sevmesi değil bunu davranışları ve sorumluluklarıyla anlamlı kılmasıydı. Biz ise bütün hayatımızı birilerini sevdiğimizi söyleyerek geçiriyorduk. Ailemizi, arkadaşlarımızı, yanında çalıştıklarımızı, yanımızda çalışanları, insanları… Tüm sevgimiz sadece söylemekten ibaretti. Hayatın bize yüklediği misyonları yıkılamaz kurallar zannediyor ve ona göre davranıyorduk. Bu kurallara göre çocuklarla anneleri ilgilenmeliydi. Daha da kötüsü bu kuralları yıkmak imkânsız değilken işimize geldiği gibi yaşamayı tercih ettik. Ben, ailemden, Sedef’ten, Bilge’den ve başka birinden böyle bir ayrıcalık istemedim. Benimle ilgilensinler istemedim, beni rahat ettirsinler istemedim. Sadece beni rahat bırakmalarını istedim. Bu kadar bencil nasıl olabilir insan, dünyada kendinden başkaları yokmuş gibi nasıl davranır, anlık telaşları tüm mutluluğuna nasıl tercih edebilir bunu anlayamadım. Belki ben de onlar gibiyim. Dünyayı kendi baktığım yerden görebiliyordum sadece. Her gün öldürüyoruz birbirimizi. Ben sadece buna direnç gösteremeyen taraftayım.
Sen şimdi diyeceksin ki “Halil’in yaptığını yaparak, kimseyi takmadan, ailenden kaçmak bu kadar mı zordu?” İnsanlara anlatamadığım şeylerden biri de bu biliyor musun desem kızarsın bana eminim. Ama öyle. Bu yaradılıştır. Halil’in varlığı bunu yapmak için uygun olabilir. Ama benimki değildi. Öylece her şeyi reddedip, her şeyi bırakıp, vazgeçip gidemedim işte. Yapamadım. Ama artık dayanamıyorum.
Bir çıkış kapısı aramaya başladığım dönemde ilk olarak tek başıma yaşama fikri geldi aklıma. Geçici de olsa bana nefes aldırabilecek bir çözüm gibi görünmüştü. Bilge’yle evlenmeden önce yoklamıştım evdekileri ama ters tepmişti. Boşandıktan sonraki kesin kararlı girişimim ise anne duvarına çarpmıştı. Sonra evlenmek dedim, işte bu bir çözüm. Sevdiğin bir kadın, yeni bir yuva, bambaşka bir hayat… Bunu başardım ama faciayla son buluşunu hepiniz seyrettiniz. Belki de ben hiç sevmedim Bilge’yi. Ben Bilge’nin beni kurtarma ihtimalini sevdim. Eğer öyleyse ben de bencildim. Hem de affedilemeyecek kadar çok. Aklıma gelen yeni çözüm ise her şeyi geride bırakıp başka bir yere gitmek. Uzunca bir süredir bunun hazırlığını yaptım. En önemlisi ise kimsenin arayarak beni bulamayacak olmasıydı. Geride kalanlar, yani sizler için ölümden bir farkı muhakkak olacaktır ama bir süre sonra bu yokluğa da herkes alışacaktır. Bu mektubu bırakmamın en önemli amaçlarından biri de ölmediğimi bilmenizdir. Bir gün geri döner miyim bilmiyorum. Gideceğim yerde birilerinin beni öldürmeye çalışmayacağının garantisini veremem elbette ama bence denemeye değer. Belki de hayata dönebilirim kim bilir.
İntihar etmeyi düşündüğümü zannediyordun ve ben bunu biliyordum. Psikolog arkadaşınla beni görüştürmen, dördüncü sıradaki kitabı okuduktan sonra ölümden hiç bahsetmemen… En başından beri biliyorum bunu. Haksız sayılmazdın, uzun süre düşündüm kendimi öldürmeyi ama cesaret edemedim. Bu düşünce ne zaman yerleşti aklıma bilmiyorum. Aradığın cevabın ölüm olduğuna tamamıyla emin olduğun an bir iç huzura kavuşulduğunu duymuştum. Öyle bir iç huzur da uğramadı bana. Yaşadıklarım buna yetmedi belki de. Ama ben zaten her gün tekrar tekrar öldüm. Ruhum ölürken bedenimin yaşaması bir şey ifade etmiyor. İnsanoğlu gariptir gerçi. Sevdikleri ölümcül hastalıklarından kıvranırken bile keşke ölse de kurtulsa bu acılardan der ama bir yandan da hareketsiz uzansın, acı çeksin ama yeter ki nefes alsın ister. Bu bencillik insanları yalnızlaştıracak, yalnızlık öldürecek.
Cansu’nun bahsettiği, bizi bir arada tutan hikâye vardı ya ben şimdi onu tek başıma almaya gidiyorum. Bu benim sana ihanetimdir. Ben de şimdi senin bulunduğun kuyuya bir bardak su döküyorum. Kimseye kırgın değilim. Üzgün değilim. Borçlu hiç değilim. Beni rahatsız eden tek duygum sana karşı olan mahcubiyetim. Halil’le birbirinize sahip çıkın. Mustafa için bir şey söyleyemem ama Halil kaybedilmemesi gereken bir dost. Her şey için üzgünüm. Ama her şey için!


Halil için bir kere sesli olarak sonra da dört kere içimden okudum mektubu. Halil, birkaç tane sigara içti ben okurken. Hiçbir şey demedi. Mektubu katlayıp zarfa koyduğumda birbirimize öylece bakıyorduk.

2 Şubat 2020 Pazar

Kobe Bryant

Yıllardır, filmlerle ve kitaplarla ilgili yorumlarımı yazdığım bir blogum var benim. Son düzlükte Netflix'teki Iverson belgeselini izledikten sonra koşarak bir şeyler yazmak istemiştim ve Iverson'dan uzun uzun bahsederken Kobe'nin benim için ne anlama geldiğine de değinmiştim. İlgili yazıma bu linke tıklayarak ulaşabilirsiniz. Benim de pek çok çocuk gibi bir çocukluk kahramanım var ve elbette bu hikâyenin bir de başlangıcı var. Bu ülkenin çocukları için basketbolda hayal gücü Mirsad Türkcan'ın NBA'e girmesiyle evrilmiştir. Michael Jordan ile başlayan NBA'in evrenselleşme politikası, 1996 draftından NBA'e giriş yapan Kobe ve Iverson ile zirve yapmıştı. İzleyip görebilmek, hayal edebilmek için önemliydi ve Mirsad Türkcan ile beraber NBA maçları da naklen yayın olarak ülkemizde boy göstermeye başlamıştı. Henüz on yaşına gelmemiş, hayalleri dünyadan büyük bir çocukken ben de o basketbol topunun peşindeydim. Gece uyanıp NBA maçlarını izlememe izin vermek için babamın ve annemin anlayış katsayısı pek de yüksek değildi. Benim tutkum ikna etmeye yeterli değildi belki de bilmiyorum. Ve bir gece, bir NBA maçını izlemek için gizlice uyandım. Antreman sahasında, takımdaki arkadaşlar bir gece önceki maçın sohbetini yaparken uzak kalmak koyuyordu. On bir yaşındaki bir çocuk için ağır bir travmaydı. Tarih yaprakları 14 Haziran 2000 tarihini gösterdiği zaman o yıl ki NBA Final Serisi dördüncü maçı oynanıyordu. Sadece adını duyduğum ve ertesi gün gazetelerin spor sayfalarında fotoğraflarını gördüğüm Shaquille O'neal, Kobe Bryant, Reggie Miller gibi oyuncuları sahada görme zamanıydı. Lakers, Shaq'ın tartışmasız MVP olduğu normal sezonun ardından final serisinde Indiana Pacers ile oynuyordu. Seride 2-1 öndeydiler ve serinin kırılma maçı uzatmaya gitmişti. Michael Jordan'ın mirası henüz paylaşılmamışken dönemin oyuncuları için zirvede Shaq vardı. Dönemin ele avuca sığmaz gençlerinden Kobe ile ligin en ölümcül ikilisi olmuşlardı. Uzatma dakikalarına giden maçta Kobe sakat bileği ile sahadayken, bitime 2:33 kala Shaq'ın faul limitini doldurup kenara gelmesiyle ibre tamamen Pacers'a dönmüştü. Tam o anda, ligin efsanelerinden birine dönüşecek Kobe'nin ilk gerçek kahramanlığını izleyeceğimizden habersizdik. Pacers, iki pozisyon üst üste Shaq'tan kurtulan pivotu Rik Smits'e topu indirmiş, o da rahatlıkla sayıları takımının hanesine yazdırmıştı. Buna karşılık Kobe de müthiş bir öz güvenle iki pozisyon üst üste üç sayı çizgisinin üstüne basarak rakibinin üstünden çıkardığı şutlarla sayıyı buluyor ve Pacers'a bu fırsatı vermiyordu. Elleriyle ve mimikleriyle yaptığı "Sakin olun, ben buradayım!" hareketi ise çok şey anlatıyordu. Nitekim son pozisyonda kaçan şutu pota altında tipleyerek uzatmalardaki sekizinci sayısını atmış ve maçı kazanarak final serisini bir anlamda takımına kazandırmıştı. O gün eğer, girilebilecek bir Twitter ve Instagram olsaydı, hakkında uzun uzun methiyeler düzer, kısa aralıklarla Kobe'den bahseden hikâyeler paylaşırdım. İşte benim hayranlığım, bir başka deyişle topu potaya atarken "Kobeeee!" diye haykırışım tam olarak o gün başladı. Ertesi gün doğum günümdü ve on birinci yaşımı tamamlayacaktım. Bugün ise neredeyse otuz bir yaşındayım ve yirmi yıldır yeryüzüne gelmiş ya da geçmiş hiçbir insana bu kadar büyük hayranlık duymadım. 

Çocukluk kahramanım diyebileceği bir figüre sahip olan herkesin hemfikir olduğu konu şudur ki: eğer o kahramanlar bizim gibi etten, kemikten bir insansa günün birinde onların öleceğine asla ihtimal vermezsiniz. Sanki öyle bir zaman gelecektir ki sessiz, sedasız, kimsenin haberi olmadan yıldızlara yükseleceklerdir. İşte benim gibi insanlar için de trajedi tam olarak burada başlıyor. Çocukluk kahramanınız bir helikopter kazasında ölemez, bu olamaz, buna inanmak için çok fazla şeye ihtiyacım vardı. Haberler ilk düşmeye başladığında Twitter'da Amerikan medya kuruluşlarının hesaplarını gezerken bunun yalan bir haberden ibaret olmasını ne kadar çok istediğimi anlatamıyorum bile. Ben pek ağlamam, yani her insan gibi beni ağlatacak anlarım olur elbet ama en son ne zaman ağladığımı hatırlamıyorum bile. O gece bir ara, dört kızının birden aynı helikopterde olduğu haberini okuduğum zaman ise kendimi tutamadığımı itiraf etmeliyim. Binlerce kilometre, kıtalarca ve okyanuslarca uzaktaki, hiç görmediği, tanımadığı, dokunamadığı biri için ağlar mı insan? Ağladım. Çünkü ben büyürken hep Kobe vardı, emekliliğini açıkladığında artık çocuk olmadığımı hissetmiştim. Öldüğünde ise sanki benim çocukluğum da kahramanıyla birlikte ölmüştü. 

Hayatıyla ve basketbol kariyeriyle ilgili gerekli gereksiz pek çok detayı biliyorum. Vanessa ile evlenmesini istemedikleri için ailesiyle arasının açık olduğunu(ki nikah törenine katılmadılar), bu sürecin ilk kızı doğana kadar sürdüğünü, annesinin yediğinde çok beğendiği Kobe usulü biftekten ötürü ona bu adı verdiğini, sonradan değişse de NBA'de forma giyen en genç oyuncu olduğunu, en sevdiği çizgi film karakterini... Ama burada nasıl biri olduğunu anlatmak istediğime emin değilim. Günlerdir uzun uzun kariyerinin ve hayatının bütün kilometre taşlarını birlikte okuduk ve izledik. Ben daha çok, benim için ne ifade ettiğini anlatmayı istiyorum. Kelimelerin gücü buna yetebilir mi emin değilim ama kelimelerimin gücü buna yetmeyecektir şüphesiz. 

Onun hayatını üç dönemde değerlendirdim hep. İlki, kendini anlatmaya ve tanımaya çalıştığı, aynı zamanda egosunun tırmandığı ilk dönem. Daha on üç yaşındayken tüm zamanların en büyük basketbolcusu olmayı kendisine hedef koyan ve bunu başarmak için her şeyi yapmış bir çocuk. Sonraki döneminde o egonun sonuçlarını dünyaya sunduğu dönemdir ki 81 sayı atıp sezon ortalamasında 35 sayının üzerinde oynadığı zamanlardır. Olgunluk çağını seyretmekse bambaşka bir keyifti. İmtiyazlı geçmişinden ötürü saygı görmeyeceğini düşünerek hırçınlığa başvuran, oyunu kazanmak için sadece sayı atmak zorunda olduğu mental egosunu geride bırakan ve "Black Mamba"ya dönüştüğü bu olgunluk döneminde, dünyanın gördüğü gelmiş geçmiş en büyük oyunculardan biri olmasının yanında artık bir rol modele dönüşmüştü. Saha içinde ve dışında yaptıkları, basketbol dışında da elde ettiği başarılarla birlikte neden bir basketbolcudan çok daha fazlası olduğunu görmek inanılmazdı. Aşili koptuğu zaman ayakta bile duramaması gerekirken çizgiye gelip iki serbest atışı kullanan adam oydu işte. O ve onun "Mamba Mentality"si onu takip eden milyonlarca insana çok şey öğütlüyordu. Bu hayatta üç şeyi çok sevdim: Kitaplar, filmler ve basketbol. Çocukluk kahramanım dediğim basketbol yıldızının yazdığı çocuk kitabının en çok satan kitaplar listesine girmesi ve Oscar kazanmış ilk ve tek NBA yıldızı olmasının bende yarattığı etkiyi hayal gücünüze bırakmak isterim. 

Yıllardır hep bir soru sordum kendime: "Kobe'ye bu kadar hayran olduğum için mi bu oyunu çok sevdim yoksa bu oyunu çok sevdiğim için mi bu adama bu kadar hayran oldum?" Anlatmak istediğim şeyi örneklemem gerekirse Michael Schumacher, F1'i bıraktıktan sonra bir tek yarış bile izlemedim. Beni o spora seyirci yapan şey tamamıyla bir adamın varlığıydı. Kobe'den önce de basketbol benim için vardı, onunla bir tutkuya dönüştü ve halen izlemesi benim için büyük keyif. Fakat şimdi fark ediyorum ki o bıraktığı günden bu yana tek bir NBA maçı izlemedim. İzlediğim son maç ise Kobe'nin Utah Jazz potasına tamı tamına 60 sayı bıraktığı son maçıydı. Gecenin diğer maçında Golden State Warriors 73. normal sezon galibiyetini alarak Michael Jordan'ın Chicago'sunun sahip olduğu 72 galibiyetlik rekorunu kırmak üzere parkeye çıkacaktı. Tarihin en büyük takımı olmak üzere sahaya çıkan Stephen Curry ve arkadaşları ilgiden çok uzaktı çünkü diğer tarafta Kobe'yi son kez izleyecektik. O maçı bitirebilmek için o gün işe geç kaldım. Açıkçası o an işten kovulsam bile umrumda değildi. Çok sevdiğim bir filmin çok sevdiğim bir repliğinde der ki "Bir erkek her şeyden vazgeçebilir fakat tutkularından vazgeçemez." Kobe'yi izlemek benim tutkumdu ve son maçını izlemekten vazgeçemezdim. Bütün bu beklentilere karşılık Kobe, kariyerinin en muazzam performanslarından birini sergilemiş, karşı potaya 60 sayı atarak bu rakama ulaşan en yaşlı oyuncu olmuş, maçı kazanmış ve mükemmel bir şovla yine tüm dünyanın spot ışıkları üstündeyken kariyerine "Mamba Out!" kelimeleriyle veda etmişti. 

Şüphesiz ki bir baba çocukları arasında bir ayrım yapamaz fakat Gigi'nin basketbol tutkusu ve onun kişisel gelişimiyle Kobe'nin birebir ilgilenmesinden ötürü Gigi çok göz önündeydi. Kobe'nin ölüm yolculuğunda Gigi'nin de yanında olması bu ölümü çok daha dramatikleştiren sebep şüphesiz. Helikopter düşerken babasına sarıldığını, ağladığını, çok korktuğunu, Kobe'nin ise kızına hiçbir şey olmayacağını, her şeyin düzeleceğini telkin ettiğini düşünmekten alamıyorum kendimi. Günlerdir fotoğraflarına bakıyorum, videolarını izliyorum ve duygularım boğazıma düğümleniyor.

Kobe'den bana geriye kalan ise saatlerce izlediğim kolaj videoları, onu okumak için aldığım bir sürü antika değerindeki dergi nüshası, kendisine Oscar kazandıran kısa animasyon filmi Dear Basketball, Didem'le lise sıralarında yaptığım "Kobe mi yoksa Iverson mı?" tartışmaları ve sonu gelmeyen bir sürü anıdır. Hiç görmediğin biriyle, bir anıyı paylaşabilmenin değeri ise kesinlikle bambaşka bir hikâye. Basketbolu bıraktığı gün Facebook'ta bir fotoğrafını paylaşmış ve altına "HEROES COME AND GO BUT LEGENDS ARE FOREVER"  yazmıştım. Şimdi ise "Mamba Out!" demekten alamıyorum kendimi. "Out!" derken ise bu kez geride bıraktığı maalesef ki dolu dolu yaşanmış bir NBA kariyeri değil, milyonlarca insana büyük bir yas ve aynı zamanda kocaman bir basketbol mirasıdır. Kobe de kızı Gigi de ışıklar içinde uyusunlar.